10 Eylül 2017 Pazar

Son Osmanlılar

28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’daki katli, bir dizi büyük hükümetin, en başta Avusturya-Macaristan, ardından Rusya ve Almanya’nın Sırbistan’a karşı veya taraftar tutumları dolayısıyla karşılıklı savaş ilanına neden oldu ve dünya, Cihan Savaşı’na girdi. Bu savaşa Türk İmparatorluğu, 29 Ekim 1914’te, Rusya’ya harp ilanıyla katılmıştır ve merkezî devletler olan Almanya, Avusturya-Macaristan ittifakında yer alarak kalabalık büyük devletler camiasına karşı savaşa girmiştir.

Bu akıl almaz ölçüsüzlük ve yanlışlığın bir nedeni de, savaşa ilk önce İngiltere ve Fransa yanında girmek istememize rağmen onlar tarafından refüze(!) edilmemizdir. Bu doğrudur. Balkan Savaşı’nda önemli bir varlık gösteremeyen askerlerin, komutanların politikaya karışmaları dolayısıyla umulmadık mağlubiyetlere uğrayan Türk Ordusu hakkında “modern savaşa ehli değildir” gibi bir yanlış intiba doğmuştur. Askerî çevrelerdeki subay ve erleri iyi tanıyan Almanya ve Avusturya-Macaristan, bu intibaya katılmıyordu; ama Türklerle temaslarını ve harp tecrübelerini çoktan beri kaybeden İngilizlerin 19. yüzyılda sahip oldukları müspet intiba bu dönemde silinmişti.

Kimse, yanında ayak bağı olacak bir müttefik istemez. Osmanlı genelkurmayının bu savaşa girmek istemediği açıktır. Savaşa girmek isteyen Enver Paşa ve onun Alman müşavirleridir.

Bildiğiniz komutanların hepsi, o zamanki genç askerlerin başında Mustafa Kemal ve Hikmet Bey, Şükrü Paşa veya Esat Paşa gibileri böyle bir ittifaka taraftar değildi. Kaldı ki İsmet Bey’in savaştan biraz evvel bir kurmay olarak verdiği ve yayımlanan rapor durumu açıkça göstermektedir. “Belki” diyor, “Tannenberg’de Ruslara karşı zafer kazanan Almanya’yla müttefik olmak anlaşılabilirdi; ama bu ordunun Fransa karşısında Marne Cephesi’nde duraklaması, Alman kuvvet-i askeriyesinin umduğumuz gibi mükemmelin üstünde olduğunu da göstermiyor. Şu halde, bunlarla birlikte savaşa girilemez”.

Savaş uzun cephelerde, uzun yıllar devam etti. Bu savaşta toptancı bir hüküm veremeyiz. Şu kadarını söylemek gerekir: Birinci Cihan Savaşı’ndaki savaşan Türk ordularının zabitleri içinde, komutanları içinde en ehliyetsizleri, Enver ve Cemal paşalardır. Harika savunma örnekleri, hücum örnekleri veren komutanlar vardır. Mesela Hayfa’da şehre girmek üzere olan İngiliz tümenini yüz küsur kişilik birliğiyle, topografyayı çok iyi bildiği için müthiş bir makineli savaşıyla durduran Bilal Bey, bunlardan biridir.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Osmanlı Zamanında Beyoğlu ve Fenerli Beyler

Beyoğlu, Galata… 1970’lere kadar İstanbul’un üç önemli parçasından biriydi. Yani suriçi İstanbul, onun dışında Haliç civarında Eyüp, nihayet Bizans devrinde Pera denen Beyoğlu, Galata ve Üsküdar. Sonra İstanbul o kadar büyüdü ki, bilâd-ı selâse denen bu üç eski şehrin İstanbul’da esamesi okunmaz hale geldi. Ve günümüz İstanbul ahalisinin çoğu ne İstanbul’u, ne Eyüp’ü, ne de Üsküdar’ı çok iyi bilir. Ama Beyoğlu bugün bile bilinir. Çünkü ne olursa olsun Beyoğlu İstanbullunun kendini attığı bir semttir. Fakat işin garip tarafı, son senelerde İstanbul’a gelip yerleşen insanların çoğu ne İstanbul camilerini ne de Beyoğlu’nu biliyor.

Nedir Beyoğlu? Bizans devrinde Pera denirdi, bu “karşı” demektir. Şehrin hayatıyla, devletin bünyesiyle alakası olmayan, uzaktan gelme insanların yerleşip yaşadıkları yer, Pera olarak görülürdü. Bizanslı burayı sevmezdi. Tıpkı Osmanlı devrindeki İstanbullunun şüpheyle karşıladığı gibi... Denizaşırı yerden gelen Cenevizli, Venedikli, Güney İtalyalı, hatta İspanya’nın Katalonya’sından gelenler, şehrin bu kesiminde yerleşirlerdi. Pera’nın hâkim unsuru zaman içinde değişirdi. Bir ara Venediklilerdi. 1185’teki büyük bir kavgada kentin asıl halkıyla araları açıldığından şehir, yani Pera yağmalanmıştı. 1204’te bunun intikamını çok kötü aldılar. Bundan yaklaşık 800 sene evvel, 1204’te Dördüncü Haçlı Seferi’ni Kudüs’e değil, İstanbul’a yöneltmişlerdi. Latinler tarafından alınan şehir yağmalandı ve Venedik de Pera’nın efendisi oldu.

Bu efendilik 50 yıldan fazla sürmedi. İznik’e çekilen Bizans halkı ve hükümdarları şehri tekrar geri alınca onları Pera’dan attılar. Attılar da ne oldu? Kendileri mi yerleştiler? Hayır. İmtiyaz gene bir yabancı gruba, Cenevizlilere verildi. Bu böyle gidedurdu. Nihayet 1453’ten sonra da Beyoğlu yeniden düzenlendi. Artık ne Cenevizlilerindi, ne Venediklilerindi. Ama halen Batı Avrupa’dan, denizaşırı yerlerden, İtalya’dan gelen bir halk oturuyordu. Yerli Hıristiyanlar da yerleşmeye başlamıştı. Daha da ilginci, Kırım alındıktan sonra buradaki Karay, yani Yahudi mezhebinden olan Türkler de ahitnameyle buraya celb edildiler. 1492’den sonra da İspanya’dan, İtalya’dan sürülen Yahudiler ve hatta Müslümanlar da semtin bu kesiminde oturdular. Karaköy aslında Karayköy demektir. O cemaatin yanı başına İstanbul’a yeni gelen Müslüman İspanyol Araplar, Endülüslüler, İspanya Arapları diyorum ama Endülüslüler yerleşti. Hatta bölgenin en büyük kilisesi olan Dominiken ve Fransisken biraderlere ait olan kilise de onlara verildi. Bugün Arap Camii adıyla bilinen İtalyan Rönesans tipi bu yapı, Perşembe pazarının hemen kıyısındadır. Bir müddet sonra buradaki Musevilerin Hasköy’e doğru genişlediğini, orada da bir cemaat, bir koloni teşkil ettiklerini görüyoruz. Burada ünlü aileler vardı: Doryalar, Okardziler, Bothegeler, de Orlando, Adorna gibi aileler… Bunların bir kısmı asırlar boyu bu şehirde yaşadılar. Mesela sonunda Alman sefareti dragomanı, baş tercümanı olan Baron de Testa böyle bir soydan geliyordu.

Genellikle de Türklere değil, daha çok yabancı elçiliklere dragomanlık, tercümanlık göreviyle hizmet ederlerdi. Çünkü Bâbıâli’deki tercüme işlerini daha çok karşı yakada, Fener’de oturan, Fenerli Beyler dediğimiz eski Bizans aristokratlarının kalıntıları olan Hellenler görürlerdi. Pera kısa zamanda Batılı sefaretlerle doldu. 16. yüzyıla kadar bizde yerleşik elçilik sadece İtalyanlarınkiydi. Mesela Venediklilerin sarayı önce Bahçekapı’da, Aslanlı Ev denen, bugün yok olan bir binadır, daha sonra Fener’e yerleşmişti bunlar. O da biliyorsunuz 1980’lerdeki imar hareketleri sırasında yok oldu.

8 Eylül 2017 Cuma

Osmanlı Başkentinde Bir Semt; Üsküdar

Üsküdar’a, eskiden Yunan, Hellen, Roma zamanlarında Hrisopolis (altın şehir) denirdi. Herhalde yanıbaşındaki Halkedon (Kadıköy) kadar kalabalık bir yerleşim değildi. İşin garip tarafı, İstanbul’da Türklerle meskûn ilk şehrin Üsküdar olmasıdır. Çünkü herkesin bildiği gibi daha Yıldırım Bayezid zamanında burası Osmanlı kontrolüne geçmiş bir araziydi. Fakat ilginç olan, Türkler fetihe kadar buradan hemen hiç çekilmemelerine rağmen, Bizans burada bir hükümranlık iddia ederdi. Bu garip alaşımlı, yani kimin idaresinde ve kimin hâkimiyeti altında olduğu belli olmayan şehirde, her iki unsur, yani bu taraftan gidip oraya yerleşenlerle şehrin yerlileri fevkalade iyi geçinirdi. Seyahatnameler öyle gösteriyor ki, Bertrandon de la Brocquière –ki 1430’larda geçti Osmanlı topraklarından– Üsküdar’dan İstanbul’a geçerken kayıkçılar karşıdan geliyorlar. Yani böyle gümrüksüz, tabii vizesiz bir uygulama var. En azından Bizans-Osmanlı ticareti ve alaşımı, bugünkü bizim Ortakpazar, Avrupa Birliği üyeleriyle yaşadıklarımızdan daha rahat ve daha canlı cereyan ediyor. Üsküdar, çok yanıltıcı bir isimdir. Ecnebi dillerde “Skutari” diye telaffuz edilir. Fakat aynı isim Arnavutluk’taki İşkodra için de kullanılır ve birtakım Osmanlı mühendisleri de Arnavutluk İşkodra’sından Arnavutluk Üsküdarı yahut sadece Üsküdar diye bahsederler. Binaenaleyh ikisini karıştırmayalım.

Üsküdar nedir? Bizim edebiyatımızın, İstanbul edebiyatımızın en canlı, en sevimli köşelerinden biridir. Bugün öyle eski zamanın Mihrimah Camii’nin arkasında, yeşillikler içinde ahşap konaklarla dolu, resim gibi şehri kalmamıştır elbette, ama her şeye rağmen İstanbul yarımadasının, Beyoğlu’nun, Boğaz kıyılarının hayhuyundan sonra Üsküdar çok çekici bir köşedir. İnsan başka bir ortama girdiğini görür; bu Osmanlı Türk motifidir. Mutfak ona göredir. Şu kadarını söyleyeyim: İstanbul’un gıda bakımından ve lokanta bakımından ister ayaküstü yiyin, ister oturun, ister ucuz olsun, ister pahalı bana göre en mutena semtidir. Yani Üsküdar halkı kötü yemez ve kolay beğenmez. O tecrübe etmiştir. Hakikaten İstanbul’un ara sıra gidilecek yeridir. Sahilden girdiğiniz vakit karşınıza Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan için ünlü mimarımızın, Koca Sinan’ın yaptığı cami çıkar.

Bu son derecede ilginç yapı Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyesi içinde yer alan caminin eşi değildir, daha değişik bir tarz uygulanmıştır. Fakat şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İster Avrupa tarafından gelip Edirnekapı’dan girin, isterseniz Anadolu’dan gelin, Mihrimah Sultan sizi karşılıyor. Hakikaten Üsküdar’da önünde koca bir meydan vardı, kervan yolunun başlangıcı oradaydı. Üsküdar’da kervanlar şöyle bir konaklarlar ve Mihrimah Sultan onları camiyle karşılar.

Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı Çeşmesi. Eugene Flandrin.

Şehirde iki tane olan güzel eserlerden birisi de gene bu caminin önündeki III. Ahmed çeşmesidir. Nefis hattı vardır. Topkapı Sarayı önündeki III. Ahmed çeşmesiyle Mihrimah Sultan Camii’nin önündeki III. Ahmed çeşmesinin mimari bakımdan benzerliği varsa da, tabii aynı değiller. Daha da garibi, III. Ahmed çeşmesi çok yakın asırlarda 19. asırda, hatta 20. asır başlarında bile denizden neredeyse elle uzanılacak bir yerdedir. Bugünse meydan doldurulmuştur. Dolayısıyla o güzelim meydanın en önemli özelliği ortadan kalkmıştır. Karşı taraftan baktığınız zaman, caminin önünde, Şemsi Paşa’nın kuş konmaz denen camiine doğru ve diğer yanda da bugün motor iskelesinin bulunduğu tarafa doğru uzanan bir havuz görürdünüz. Bence İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük, en cana yakın havuzlarındandı bu, düşünebiliyor musunuz? İki kıtanın birbiriyle yaklaştığı yer sanki büyük bir barok havuz güzelliğinde.

7 Eylül 2017 Perşembe

19. Yüzyıl Dünyası ve Osmanlı

19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da savaş rüzgârları esmeye başlamıştır. Büyük devletler arasında ittifak antlaşmaları, karşılıklı ziyaretler devam etmektedir. III. Alexander’in, Paris’i ziyaretinde bir köprüye adı verilir. Fransa ve Rusya’nın yakınlaşması aslında, Almanya ve Rusya arasındaki yakınlaşmanın gerçekleşmemesindendir. Sebepleri gayet açıktır. Rusya’da sanayici, modern çiftçi ve maliyeci çevreler Almanya’ya karşı bir sempati duyarlar. Bu onların eğitimdeki Alman etkisi ve Büyük Katerina’dan beri Rusya topraklarına yerleştirilen Alman çiftçilerin yarattığı yeni bir zirai modernleşme dolayısıyladır. Ünlü çiftçilerin hepsi çocuklarını Alman Gimnasium’una gönderir ve bu gibi çevrelerde Almanca konuşulan dildendir. Dolayısıyla ilk anda Alman-Rus yakınlaşması, Rusya’ya Alman teknolojisi gelecek, Osmanlı’nın birtakım hammadde zenginlikleri oraya akacak, karşılığında Rusya zenginleşecek, teknik güç elde edecek, sanayi büyüyecek, işçi sınıfı güçlenecek, köylülük gittikçe zayıflayacak gibi düşüncelere neden olmuştu.

Alman-Avusturya yakınlaşmasının başlaması, Rusya’yla Almanya’nın arasındaki gerilim Rusya’yı Fransa bloğuna itmiştir ve İngiltere de zaten Fransa’nın tabii müttefiki olarak kıtadaki büyük devletlerin karşısındadır. Böyle bir ortamda bilhassa Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra II. Abdülhamid yönetimi, Almanya’yı yanında göstermekten adeta bir hayal perdesi gibi istifade etmektedir.

Böyle bir ortamda özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Kongresi’nden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, bu harp boyunca beklediği müzahereti göremediği İngiltere ve Fransa’ya sığınamayacağı için, ayrıca liberalleri anti-Türk bir politika güttükleri için, ister istemez Almanya’ya yanaşmıştır. Şu tarihi hakikate işaret edelim: II. Abdülhamid’in Alman taraftarlığı ve dostluğu, kendisinden sonraki ittihatçılarla, Jön Türklerle mukayese edilmeyecek kadar sathidir.

19. yüzyılda imparatorluğun başkenti İstanbul.

Gerçek bir Alman hayranlığı ve dostluğu II. Meşrutiyet’ten sonrası hükümetler devrinde özellikle İttihat ve Terakki ile başlar. II. Abdülhamid Alman eğitmenlerin ve müşavirlerin orduda gerçek anlamda hakim olmalarına pek taraftar değildir. Daha ziyade Alman silahlarını almakta, bunu İngiliz, Amerikan silahlarına karşı bir rekabet unsuru olarak, bir kışkırtma unsuru olarak düşünmekte ve Almanları yanına çekmenin Batı bloğuna, Rusya’ya karşı bir gösteriş, bir hayal perdesi olduğunu düşlemektedir. Her halükarda, bir yandan da Rusya’yla Osmanlı İmparatorluğu arasında gizli bir barış söz konusudur. III. Alexander otokrat biridir ama barışın Rusya için gerekli olduğunu anlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile çatışmanın da Rusya’ya pek bir kar getirmediğini ve bu savaşın, Plevne Savaşı’nda olduğu gibi çok pahalıya mal olduğunu görmüştür. Rusya’ya sanayileşme lazımdır, münakalat [ulaştırma] lazımdır, nitekim Trans-Sibirya Demiryolu’nu o, başlatmıştır. Rusya’ya okul lazımdır. Aynı şeyler II. Abdülhamid için de doğrudur. Osmanlı İmparatorluğu’na yol lazımdır, fabrikalaştırma lazımdır, ziraatın geliştirilmesi lazımdır ve okul lazımdır. İtiraf etmek gerekir ki Osmanlı İmparatorluğu, bilhassa bu son kalemde, II. Abdülhamid’in padişahlığı boyunca önemli bir gelişme sağlamıştır.

6 Eylül 2017 Çarşamba

Düvel-i Muazzama ve Osmanlı

Genellikle bizim siyaset ve tarih edebiyatımızda bu terim çok yanlış kullanılır. “The Great Power”i, “Puissances etrangères”i veya büyük devletleri ifade eden, 19. asırda ve 20. asır başında Birinci Cihan Savaşı’na kadar kullanılan bir terimdir bu; Düvel-i Muazzama. Bu Düvel-i Muazzama öyle takdim edilir ki belirgin devletler, İngiltere, Fransa, sonra Almanya, sonra Rusya, Avusturya-Macaristan; bunlar dünya siyasetini yürütmektedirler. Osmanlı Devleti ise, geri kalmış, küçülmekte olan bir imparatorluk olarak bunların arzularına tabidir, hukukî bakımdan da bunlarla hiçbir eşitliği yoktur. Bu terimin ne derece yanlış kullanıldığını görmek için, milletler ailesini, milletler manzarasını çizmekte fayda vardır.

19. asrın sonunda bilhassa Birleşik Devletler, Amerika Birleşik Devletleri, sanayii büyüyen, tarımı ve zengin maden kaynaklarıyla zenginleşen bir kıta olduğu için statüsü değişmektedir. Çin-Japon Savaşı’ndan sonra Japonya’nın kuvvetlendiği ve özellikle de 1905 Savaşı’yla Rusya’yı, hem de donanmalarını mahvederek feci halde yendikten sonra Asya’da durumun çok değiştiği ve Japonya’nın da büyük devletler arasına girdiği açıktır.

Fransa ile Almanya arasındaki Sedan Muharebesi’nde Alman askerî kuvvetleri üstünlüklerini ispat etmiş ve 1871 Versailles Antlaşması’nda Almanya birleşip bir imparatorluk olarak ilan edilmiştir; yani zaferlerinin tasvip edildiği bu anlaşma dolayısıyla büyük Alman Reich’ı ortaya çıkmıştır ve Almanya’nın artık büyük devletlerin arasına girmesi söz konusudur. Nitekim ondan evvel bir Prusya vardı, birçok yerde Bavyera’nın elçilikleri vardı, hatta Palatina, Würtemberg Dükalığı gibi devletçikler vardı. Bunların hükmü artık bitmiştir, Almanya bir imparatorluktur.

Napoléon’un Roma-Germen İmparatorluğu’nu dağıtmasından beri Avusturya zaten bir ayrı imparatorluk olmuştur ve hatta İmparator II. Franz’ın bu yüzden Avusturya İmparatoru olarak I. Franz unvanını aldığı malumdur. 1867’de de Avusturya bünyesindeki Macaristan’la bir eşitlik antlaşması içerisinde ayrılmış; Avusturya ve Macaristan olmuştur. Avusturya İmparatorluğu ve artı olarak Macar Krallığı’na aşağıda sayacağım ayrı ülkeler bağlıdır ve yapılanmaları çok değişiktir.

Böyle bir ortam içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih boyunca ‘orta elçi’ seviyesinde temsil edildiği İspanya da aslında büyük devletlerdendir. Osmanlı, hiçbir zaman onu büyük devlet olarak tanımamıştır. Onlar da Türkiye’yi tanımamıştır. Nitekim Prusya’yla da büyükelçilik düzeyinde birbirimizi tanımamız Berlin muahedesinden sonra söz konusu olan bir olaydır.

Ondan evvelkiler, burada elçi rütbesiyle bulunurdu; mesela ünlü Rusya Büyükelçisi dediğimiz İgnatiev aslında elçi rütbeli bir görevliydi. Tabii şüphesiz ki çok etkiliydi, nitekim Versailles’dan evvelki birleşmemiş Almanya adına burada sadece Prusya elçisi vardı. Prusya Elçisi de elçi olmasına rağmen sözü geçen biriydi.

5 Eylül 2017 Salı

Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması

Gazi Osman Paşa Plevne’deki muhteşem savunmasıyla dünya askerî tarihinde yerini almıştır. Uzun yıllar seraskerlik (genelkurmay başkanlığı) ve padişah başyaverliği yaptıktan sonra asrın sonunda vefat etmiştir. Çocukları II.. Abdülhamid Han’ın çocuklarıyla evlendirilmiştir. Bu evliliklerden doğan çocuklar kısmen yurt dışında yaşamışlardır.

Benim çocukluğumda Gazi Osman Paşa’nın adını ünlü bir bulvara veya ana caddeye vermek kimsenin aklına gelmezdi. Mamafih, Rumeli Türklüğünün yaşattığı Osman Paşa türküsünü bazı okullarda öğrencilere öğretirlerdi. 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul ve Ankara’daki öğrenci kitleleri bu türkünün bestesini kullanarak meydanlarda bir şarkı söyledi: “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?”

Dolayısıyla Gazi Osman Paşa, 27 Mayıs hareketinden sonra birdenbire gündeme geldi; Ankara’da milletvekillerinin oturduğu 14 Mayıs Evleri, İstanbul’da DP’yi en çok tutan semt Taşlıtarla’nın adı Gaziosmanpaşa’ya çevrildi. Tarihin bu cilvesi ile 1877 savaşının en iyi komutanının adı yaşatıldı. Şimdi ise 1877-78 savaşını Rus ve Türk tarihçileri bir arada tartışıyor, değerlendiriyor; bu bir ilerlemedir.

Gazi Osman Paşa mareşallik (müşirlik) rütbesine çok erken yaşta vasıl olmuştur. İtalyanların müzisyeni ve mugannisi ne kadar çoksa, Fransızların ne kadar çok yazarı varsa, bizim de o kadar çok mareşalimiz vardır. Ve bu mareşaller dünya çapındadır, tarihe geçmişlerdir. İmparatorluğumuzu kuran ilk dokuz padişahın hepsi askerî literatüre geçmiş büyük mareşallerdir. Fatih 22 yaşında büyük bir kuşatma savaşını kazanan mareşal olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman Avrupa tarihinin seyrini değiştiren Mohaç Meydan Muharebesi’ni çok az zayiatla gene çok genç yaşta, henüz 31 yaşında kazanan hükümdardır. Yavuz Sultan Selim Han tahta geç çıkmıştır. Ondan evvel yerel çapta bazı zaferleri vardır, fakat 8 yıllık saltanatında çok mühim zaferler kazanmıştır. Kazandığı zaferlerden birisi Ridaniye’dir ve hepinizin bildiği gibi hiç kimseyi feda etmeden koca orduyu çölden geçirmiştir. Kendisinden tam dört asır sonra Cemal Paşa o çölde evlad-ı vatanı telef etmiştir. Askerlerin çoğu kum gözlüğü takılmadığı için kör olmuş, ordu susuzluktan kırılmıştır. İngiliz siperlerine lüzumsuz hücum emri verilmiştir. Bu, askerlik sanatıyla ilgisi çok az olan bir aceminin komutan olmasından ileri gelmiştir, yoksa Türk ordusu o vasfını kaybetmiş demek değildir. Nitekim o savaşta da çok büyük genç komutanlar çıkmıştır. Bunlardan birisi hanedan azasından Fuad Efendi’dir. Kazandığı büyük zaferden sonra Harp Mecmuası’nın kapağına şehzadenin [Fuad Efendi] resmi konmuş, ama Enver Paşa tarafından kıskançlıktan çıkarttırılmıştır. Biliyorsunuz, Çanakkale Savaşları sırasında aynı şekilde Yarbay Mustafa Kemal Bey de haksızlığa uğramıştır. Mustafa Kemal o sırada albay olmuştu ve aynı şekilde Harp Mecmuası’nın kapağından resmi çıkarttırılmıştır.

Gazi Osman Paşa’nın İstanbul’a dönüşünde tezahüratla karşılanışı.

Filistin Savunması, Medine Savunması, Kafkasya Cephesi, Galiçya Cephesi sayısız başarılar gösteren zabitlerle doludur.

Gazi Osman Paşa cihangir bir milletin komutanlarından birisidir. Plevne Savaşı’nda yenildiğimiz ve başkente kadar ricat etmek zorunda kaldığımız halde görevini en iyi şekilde yerine getirmiştir. Söylemekte yarar var, Türk orduları ricat etmeyi bilmezler, yani düzgün çekilme bizde bozgunla sonuçlanır. Bu eskiden beri âdetimizdir. Ricat etmeyi ilk defa İstiklal Savaşı’nda öğrendik. Ricat hareketi tarihte Roma ordularında çok başarıyla yerine getirilmiştir. Avrupa orduları da uzun zaman ricatı bilmezdi, ancak 18. asırdan sonra öğrenmişlerdir. Öğrenemediklerinin bir göstergesi Napoléon’un Moskova seferidir. İkinci Cihan Harbi’nde de aynı şekilde Alman orduları ricat etmeyi bilememişlerdir.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Osmanlı'da Hukuk Sistemi

Hiç şüphesiz dünya hukuk tarihinin en önemli sorunsallarından biri, Türklerin geçirdiği hukuk reformlarıdır. Hukuk reformu diyoruz, aslında yeryüzündeki her toplum hukuk sistemini ve kurallarını zamandan zamana değiştirir. Bu değişiklik kaçınılmazdır. Ama Türkler kadar hukuk sistemlerini, hukuk metinlerini, hukuk uygulamalarını bilinçli olarak değiştiren cemiyet pek azdır.

Sözünü ettiğimiz değişimin adı da maalesef yanlış konmaktadır. Genellikle İslam hukuk sistemi’nden Avrupa hukuk sistemi’ne sanki genellikle birkaç yılın içinde bütün bir hukukî uygulamayı ve mirası bir tarafa koyup ötekine geçmişiz gibi bir intibaa vardır.

Dahası bunun grotesk diyebileceğimiz tarihî betimlemeleri görülür. Yani Türk toplumu anında ve de bir gece içinde birbirine tamamen zıt iki dünyanın birinden öbürüne geçmiş gibidir. Bunların hakikatle bağdaşır yanı yoktur; çünkü Osmanlı toplumu dinamik bir toplumdur. Kendine özgü şartlar içinde yaşamaktadır. İslam dinine ve medeniyetine girdiği zaman Türk toplumunun kendine özgü davranışları, kendine özgü bir hukuk sistemi vardır.

Bab-ı Ali. Thomas Allom.

Kaldı ki İslam’ın bile Ortadoğu toplumları ile karşılaşması esnasında çok önemli yeni ictihadlar ortaya çıkmıştır ve eski imparatorluklardan en azından arazi, vergi sistemi, maliye idaresi yönünde çok önemli müesseseler ve prensipler alınmıştır. Zaten İslam hukukunun ilginçliği de bu gibi ictihadlara cevap vermesi, İslam inançlarına ters düşülmediği takdirde bu tip başarılı uygulamaları kabul etmesidir. Osmanlı toplumunun klasik devir diyebileceğimiz 19. yüzyıla kadar olan döneminde hiç şüphesiz ki aile hukuku, yani nikâh, miras taksimi, veraset ve evlilik, boşanma gibi konularda İslam hukuk prensipleri yürürlükte kalmıştır.

3 Eylül 2017 Pazar

18. Yüzyıl Avrupası'nda Değişen Devletler Dengesi

18. yüzyılın Akdeniz dünyası ve Avrupa devletler dengesi bir hayli değişmiştir. Avusturya ve Almanya İmparatorluğu dediğimiz bölge bilhassa Türklerin fetih devrimi ve 1683-1699 arasındaki gerilemesinden sonra bugünkü Macaristan’ı, Erdel’i, Slovakya’yı ve Adriyatik’e kadar olan kısmı sınırlarına katmıştır. Buralarda manüfaktürün geliştiğini görürüz. Hollanda, Almanya ve İngiltere’den gelen yatırımcılar, müteşebbisler yeni sanayi ve manüfaktür dalları kurmaktadırlar ve Avusturya Akdeniz ticaretine katılmaktadır. Dahası var, Avusturya veraset yoluyla Toscana Büyük Dükalığı’nı eline geçirmiştir.

Toscana Büyük Dükalığı demek, hepimizin bildiği bütün haşmeti, zerafeti ve inceliğiyle birlikte, Floransa’nın sanatları, dokumaları, müteşebbis sınıfı, tüccarları demektir. Bunların Avusturya tebaası olduğunu tasavvur edelim. İktisadî hayatta en büyük zenginlik nitelikli emektir ve onun daha kapsamlı, kârlı çalışanı da teşebbüs demektir.

Nitekim Avusturya 1727’de korsanlık faaliyetlerini önlemeye yönelik seyrüsefain, yani gemi ticaret ve ulaşım anlaşmalarıyla, ayrıca bir konsolosluklar ağının teşekkülüyle birlikte Garb ocakları diye bilinen Cezayir, Tunus ve bugün Libya dediğimiz Trablusgarb bölgesinde ve Doğu Akdeniz’de ticarete açılmıştır. Yoksa bu anlaşmalara gelinceye kadar, korsanlık devletlerin desteğinde gerçekleştirilen resmî bir faaliyetti. Demek ki 1727’den itibaren Avusturya Akdeniz’in bu bölgesindeki ticarete açılmıştır.

Öte taraftan bugünkü Bulgaristan ve Makedonya taraflarında, yani bütün Tuna mansabında, Eflak beyliğinde de aynı şekilde ticarî bağlarını kurmuştur. Birdenbire Bulgaristan’ın iktisadi hayatı içinde mesela abacılık ya da hammadde dokumacılığı gelişmekte, dericilik gibi dallar inkişaf etmektedir. O kadar ki Bulgar milli tarihçileri 18. yüzyılı belki biraz abartmayla da olsa ülkelerinin Rönesansı diye adlandırmaktadırlar. Hakikaten şehirlerde hayat gelişmektedir. Kırsal alanlarda çiftlikler teşekkül etmektedir. Çok ilginçtir bu çiftliklerin ve bu zenginliğin yarattığı yeni bir siyasî yapılanma ortaya çıkmaktadır.

Mesela Pazvantoğlu, Vidin’de ortaya çıkmıştır. Bu yerel beylerin çoğu eski Osmanlı asker, kapıkulu ve yöneticilerdir. Buralarda eski Türk idaresi mevcuttur. Osmanlı idaresinin sancak beyleri tarafından veya sancak beylerinin, valilerin yanındaki kul sınıfı dediğimiz levent ve yeniçerilerin içinden çıkma komutanlar tarafından örgütlenmiş kuvvetlerle bu vilayetlerin, bu livaların yönetimini mütesellim olarak ele geçirenlerin kurduğu yeni bir düzen söz konusudur. Çoğu zaman tarihimizde bunu bir başıbozukluk dönemi diye okuruz. Halbuki doğru değildir.

2 Eylül 2017 Cumartesi

18. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu

18. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu için bir muammadır diyebiliriz. Muammadır, çünkü ne halkımızın tarihi okulda öğrenen geniş kesimi ne başka branşlarda çalışan aydınlarımızın hatta ne de meslekten tarihçilerin 18. yüzyılı anladıklarını söylemek mümkündür. Bu idraksizliğe ve problem karşısında çaresizliğe hepimiz dahiliz. 18. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu tarihi değişen dünyayı anlamadan anlaşılacak gibi değildir. Zira 18. yüzyılda Fransız tarihçilerden Daniel Halevy’in tabiriyle, “tarih hızlanmıştır”. İnsanların yaklaşımındaki değişmeler, kitlelerin değişimi belki o kadar göze batmaz ama ilim akademilerinin, siyasetin, teknolojinin gelişmesi artık çok fazla dikkati çekmektedir. Hatta bu hıza baş döndürücü bile demek mümkündür.

18. yüzyıl ortalarında Paris ilimler akademisinden Emmanuel Mousnier’nin yaptığı meşhur açıklama hepimizin hafızasında olmalıdır. Mousnier, “Avrupa değişen bir dünyadır ve bu değişiklik bilgi ve bilincimizdeki ilerlemenin sonucudur, Akademi nazarında dünyanın bütün diğer bölümleri bir atalet bir hareketsizlik halindedir,” demektedir. Çok açıktır ki 18. yüzyıl Avrupası artık bir gurur, bir kendini beğenmişlik içindedir ve bu beğenmişlik ne efsaneye, ne dine, ne de bir menkıbeye dayanır. Bu kibir, sözde bile kalsa doğrudan doğruya bilimsel bir temele oturtulmaktadır.

“Avrupa’nın haricindeki yerler atıldır, o ataletin adına tembellik diyebilirsiniz. Cehalet diyebilirsiniz, hatta ahmaklık diyebilirsiniz.” Bunu yazmaktan ve düşünmekten çekinmiyorlar. Avrupa ise çalışan, zeki, harekete geçmiş, ilimleri ve sanatları en alâsıyla yapan bir kıtadır. Hatta 18. yüzyıl Avrupası’nda cemiyet düzenini, siyasi rejimi beğenmeyen, tenkit eden başta Voltaire olmak üzere aydınlanma filozofları bile kendi toplumlarını insanlığın ulaştığı en son aşama olarak görmektedirler.

Örneğin Voltaire tenkite başladığı, Fransız monarşisinin değişmesi gerektiğini söylediği, anayasal rejimini beğenmediği Fransa’yı aslında 18. yüzyılın, dahası medeniyetin ve sanatın ulaştığı en son safha olarak selamlamaktadır. XIV. Louis Asrı adlı kitabında bu çok açık bir şekilde ortaya konulmaktadır. Hatta bu eserde tarih felsefesi terimi icat edilmiş, toplumların gelişme kuralları ve eğilimleri ortaya konmuştur. Medeniyet Yunan, Roma, Rönesans safhalarından geçmiş, XIV. Louis Fransası’na ulaşmıştır. Artık bütün milletler ve dünya bundan etkilenecektir. Ne kadar Hıristiyan’ca bir görüş. Hıristiyanlık yorumunda nasıl en son din, bize gönderilen bir Mesih ve onun tebliğ ettiği son mesaj söz konusuysa, bu örnekte de laik düşünceli bir adam nezdinde laik pozitivist medeniyetin herkese örnek olacak en son safha olarak kabul edildiği görülmektedir.

Ama bir asır sonra her yönüyle gelişen Japonya, 19. yüzyılla İslâm dünyasının değişmesine kesin adını koyan Türkiye ve gene 18. yüzyılda gelişme trendlerinden pek haberdar olmadıkları Rusya’nın gelişimi, mesela Rus edebiyatının, Rus matematiğinin hatta müziğinin kesinlikle Avrupa’yı sollamaya başladığı bir dünya bu insanları şaşırtacaktır.

1 Eylül 2017 Cuma

Midhat Paşa ve Yönetimi

Hiç şüphesiz ki Osmanlı Tanzimat asrının en önemli simalarından biri Midhat Paşa’dır. Aslında Midhat Paşa’yı Tanzimat Dönemi’nin ikinci kuşağına dahil etmek gerekir. Yaşı itibariyle ve mevkii itibariyle birinci grubun önderleri, hepimizin bildiği gibi, Mustafa Reşid Paşa, Ali ve Fuad Paşa’dır. Cevdet Paşa ile Midhat Paşa daha genç kuşağı teşkil ederler.

Bizim tarihimizde Tanzimat Dönemi’nin en önemli vasfı, kendisinden evvelki ve sonraki dönemlere göre üstün tarafı, ne selefi ne halefi olan grup dediğimiz Tanzimat grubunun en büyük özelliği, fikir ayrılıklarını, tavır ayrılıklarını, sosyal köken ayrılıklarını bir kenara koyup bir arada iş çıkarabilen bir grup olmasıdır. Bunlar çok önemli devlet adamlarıdır.

Ve itiraf etmek gerekir ki bu tip seçkin, birbiriyle geçinebilen ve iş çıkarabilen kadro ondan sonra da bir daha gelmemiştir. İttihat ve Terakki’de de olmamıştır. Cumhuriyet Dönemi’nin en büyük problemlerinden biri ise, geçirdiğimiz uzun harpler dolayısıyla maalesef insan noksanlığıdır. Dâhi bir önder çoğu zaman projelerini gerçekleştirecek kadrolardan yoksun kalmıştır. Tanzimat asrının bu insanları hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılında başlayan 19. yüzyılda devam eden eğitim reformlarının geliştirdiği, ortaya koyduğu insanlardır. İçlerinde okumuş yazmış ailelerden gelenler olduğu gibi, fakir bir çarşı esnafından, kapıcıdan gelen Mehmed Emin Âli Paşa gibi büyük bir sadrazam, orta sınıf bir İstanbul ailesinden gelen Midhat Paşa ya da bugünkü Bulgaristan’ın Tuna boyunda, seçkin çiftlik sahibi bir aileden gelen Cevdet Paşa gibi isimler de vardır.

Midhat Paşa [Ahmed Şefik] 1822 yılında İstanbul’da doğdu. Tuna boyuna göç eden bir ulema ailesinden olduğu bilinmektedir. Genç yaşta kaleme intisap etti. Tanzimatçıların bir grubunun özelliği regular mektep tipli olması, mektep eğitimi görmekten çok Bâbıâli kaleminde yetişmeleridir. Kalemde çırak olduğu zaman Ahmed’i diğer Ahmedler’den ayırmak için kendisine Midhat dendi. Benzer bir şekilde, Ahmed Cevdet Paşa’ya da medreseye girdiği zaman diğer Ahmedler’den ayırmak için Cevdet adı ilave edilmişti. Genç Midhat Bâbıâli’de kendi kendisini yetiştirmiştir. Hiç şüphesiz ki Mehmed Emin Ali Paşa, Reşid Paşa gibi büyük ekolün yanında onlar daha ikinci sırada gelirler.

31 Ağustos 2017 Perşembe

Osmanlı'da Lale Devri

Lale Devri, 20. yüzyıl başının ünlü tarihçilerinden Ahmet Refik Bey’in, sonraki soyadıyla Altınay’ın, III. Ahmed devrini anlatan eserine verdiği bir isimdir. Tabii bu bazı yanılmalara da neden olabilir. Evvela şunu belirtelim, ne İstanbul ne de Türkiye laleyi 18. yüzyılda tanımıştır. Lale çok daha evvelki asırlarda Türklerin çok sevdiği, bahçelerinde yetiştirdiği ve Avrupa’ya da tanıttıkları bir çiçektir. O kadar ki Flaman bölgesinden, aslen Hollandalı olan, fakat başkenti Viyana olan Alman İmparatorluğu’nun sefiri olarak Kanunî Süleyman devrinde İstanbul’a ve Anadolu’ya kadar gelen Augier Ghislain de Busbecq’in tanıdığı, sevdiği ve memleketine götürdüğü bir çiçektir. Ve muhtemelen tulpen tulipen [dülbend lalesi] cinsten bir laleden mülhem bir adla “tulpe” olarak adlandırılmıştır.

Bizdeki Lale Devri çılgınlığını andıran çok daha çılgın bir devir, bizden önce Hollanda’da yaşanmıştır. Bu çiçek o kadar yayılmış, o kadar benimsenmiş, o kadar çok yetiştirilmiş, o kadar çok yeni cinsleri türetilmiş ve bu cinsler öylesine sevilmiştir ki –çünkü çok mistik bir çiçektir– bunlara büyük paralar ödenmeye başlanmış ve bu açık artırmalar sonunda insanlar bir nevi kumar histeryası içinde, servetlerini kaybetmişlerdir.

Hollanda’daki bu “Lale Devri”ne kıyasla, Türkiye’nin Lale Devri çok daha masum, çok daha dengeli, çok daha mütevazı kalır. Mistik bir çiçek olan “Lale”nin Arap harfleriyle yazılışında, Allah’ın adının yazılışına benzer bir taraf vardır. Bu yüzden de hattatlar lalenin sadece resmini değil, ismini de yazıya dökmeyi bir marifet addetmişlerdir ve öyledir de. Aslında bugün, yabani lalenin Altaylar’dan gelme bir çiçek olduğu ve tamamıyla Türklere mahsus, milli bir çiçek olarak gösterilebileceği anlaşılıyor. Her halükârda 16. ve 17. asırlarda sevilen ve bilinen lale, Türk motiflerine, Türk hat sanatına, Türk çini sanatına da soyut biçimleriyle aksetmiştir. Biz Türkler laleyi severiz. Çok insanlar, çok milletler sever, ama bizim hayatımızda yeri başkadır.

18. asırda lalenin resmedilişi de değişti, daha klasik biçimini aldı. Üsküdarlı Ruganî Ali Çelebi, fevkalade hoş lale motifleri ve resimleriyle tanınır. Bu devirde bir lale hastalığı her yeri sarmıştır. 18. yüzyıl devlet adamları, aslında galiba pek pahalı sayılamayacak, ama mutlaka Fransa veya Venedik üslubunu taşıyan küçük “kasr”lar inşa ettirmişlerdir. Bunlar bugün perişan vaziyette bulunan, İstanbul’un varoşlarından saydığımız ve tepelerini maalesef imardan kaçak binaların doldurduğu, Kâğıthane semtindeydi. O devirde Kâğıthane deresinin mecraı değiştirildi. Bir tamirat gördü ve burada havuzlar yapıldı. İşte ünlü Nedim’in okul sıralarında, edebiyat dersinde bize ezberletilen şiiri bunu anlatıyor: “Görelim âb-ı hayat aktığın ejderhadan / Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd’e.” Hakikaten Fransız Versailles tarzında bahçeleri ve o lükse ulaşmasa da, bentlerin kenarında arkları, arkların üzerinde ejderhalı fıskiyeleriyle yeni bir semt yaratılmıştı.

30 Ağustos 2017 Çarşamba

II. Viyana Kuşatması ve Sonuçları

II. Viyana Kuşatması, yani 1683 Kuşatması gerçekten bizim tarihimizin önemli bir noktasıdır. Hiç şüphesiz ki muharebeler dizisi yaptığımız Avusturya için de aynı öneme sahiptir. Burada bir terim hatası üzerinde duralım. Bizim ders kitaplarımızda hep Avusturya diye yazılır. Hiç kuşkusuz ki Avusturya coğrafya olarak ve o coğrafyanın içindeki kavim olarak doğruyu ifade etmektedir, çünkü bugünkü Avusturyalılar tarafından da o şekilde benimsenmektedir. Ama aslında bu devletçiğin o zamanki adı Alman İmparatorluğu’dur. Çünkü Avusturya, Alman İmparatorluğu dediğimiz konfederasyonun üyelerinden birisiydi. Fakat işin garibi, bu birliğe giren Avusturya’nın Bohemya ve Macaristan toprakları bunun hep dışında kalmıştır.

İlk önce Türklerin fethi dolayısıyla dışarıda kalan bu arazi, 1686’da bizim elimizden alındıktan sonra da o tarafa dâhil olmamıştır. Bohemya dediğimiz bugünkü Çekoslovakya toprakları için de aynı şey geçerlidir. Çünkü bugünkü Çek Cumhuriyeti’nin toprakları da o zamanki Avusturya’ya dâhildi. Slovakya ise Macar parçası itibariyle Avusturya’ya bağlıydı. Bu birleşik bir devlettir ve bu birleşmede, savaşlardan çok evlilikler rol oynamıştır. Karşımızdaki Katolik bir birlikti ve 16. yüzyılda bir ara bu evlilikler dolayısıyla bir dünya imparatorluğu mertebesine çıkmıştı. Fakat merkeziyetçi bir yapısı olmadığı için aynı derecede siyasi ağırlığı yoktu bu imparatorluğun, oluştuğu gibi kolayca da dağılıyordu. Mesela Avusturya’da Habsburg hanedanından Maximilian, Bourgogne [Burgonya] hanedanının kızı Marie ile evlenmiştir. O zaman Burgonya bugünkü Fransa’nın Dijon ve çevresi, Belçika ve Flandre dediğimiz bölge, yani Hollanda ve Belçika’nın bir kısmını kapsıyordu. Zengin bir devletti. Dokuma ticareti ve sanayiiyle çok zenginleşmişti. Burgonya hanedanında başka evlat olmadığı için, bu evlilik dolayısıyla devlet büyümüştü. Derken buradan doğan çocuk [Güzel Philippe/Felipe] Aragon kralı ile Kastilya kraliçesinin kızı olan Juana ile evlendi, oradan da İspanya veraseti ve bütün o adalar, Amerika kıtasında keşfedilen yerler buraya dahil oldu. O yetmezmiş gibi bu evlilikten doğan iki çocuktan biri olan Karl [Şarlkent], Alman imparatoru seçildi. Bir müddet sonra bu işten vazgeçti. O unvanı kardeşi Ferdinand’a bıraktı ve aynı zamanda da bizim Avusturya dediğimiz sahayı Bohemya’yı ona terk etti. Zaman içerisinde de Habsburglar İspanya’dan çekildiler. Soyları tükendiği için burası Fransa hanedanı olan Bourbonların eline geçti. Ülkeler evliliklerle alınıyor. Hatta Avusturya için meşhur bir laf vardır: “Bırak savaşı başkaları yapsınlar, sen evlen ey mesut Avusturya” (Bella gerant alieni, tu felix Austria nube!) derler.

II. Viyana Kuşatması ve Sonuçları

Bu gibi evliliklerle kurulan devletçiklerde gene hanedanın tükenmesi ve başka türlü olaylarla başka türlü siyasî kombinasyonlara geçilir. Bu bizim devletimizin, imparatorluğumuzun oluşumundan çok farklı bir süreç. I. Viyana Kuşatması 1529 tarihinde, Kanunî Sultan Süleyman devrinde yapılmış, ama zaman uygun olmadığı için [kış yaklaşıyordu] kuşatma kaldırılarak avdet edilmiştir. Bundan aşağı yukarı 150 sene sonra, 1683’te, bu kez padişah değil, Köprülüler ailesinden Damat Merzifonlu Kara Mustafa Paşa büyük bir ordunun başında bu kuşatmayı tekrardan gerçekleştiriyor. Şunu ifade etmek gerekir: Merzifonlu Mustafa Paşa’nın belirli meziyetleri olmasına rağmen, böyle bir orduyu yönetecek ve büyük bir seferi zafere ulaştıracak yetenekte bir mareşal değildir. Yani Türk tarihinde sayısı az olmayan büyük mareşaller içinde yer alabilecek bir tarihî portre değildir.

29 Ağustos 2017 Salı

Osmanlı'da Azınlıklar ve Millet Sistemi

Osmanlı İmparatorluğu’nda ve cemiyetinde millet dediğimiz zaman, tamamıyla kavramların üzerinde durmamız gerekiyor. Bu konularla ilgili noksanlığımız olduğu içindir ki siyasi hayatımıza kadar akseden yanlış yorumlarla dolu bir kavganın içine giriyoruz.

Millet Arapça bir sözdür. Fakat bu Arapça söz bütün Arapça önemli kavramlar ve terimler gibi yöntem olarak İbranca’da hatta Aramca’da ve bazı ahvalde de “Politikon” deyiminde olduğu gibi Yunanca’da aranmalıdır. Çünkü cihanşümul bir felsefe ve siyaset dili olan Arapça’nın kökleri semilingual kardeşler olan İbranca ve Aramca’dır. Ve ortaçağdaki kültürel saçaklaşma dediğimiz kavram dolayısıyla da Yunanca’dadır. Binaenaleyh bu üç medeniyet dairesine bakmayan bir İslam tetkikinin, bir Arabistik tetkikin hiçbir anlamı yoktur.

Millet Arapça’dan evvel İbranca bir kelimedir ve Aramca’dan gelir. “Söz” demektir. Burada bir metafor söz konusudur. Söz, kelamın ta kendisidir. Yani logos’tur ve Allah’ın sözü etrafında toplanan bir komünoteyi, bir cemaati, bir inançlılar kitlesini, bir inancı ifade etmektedir. Onun için bizim anladığımız millet budur. Fakat bizim kullandığımız, Türkiye Cumhuriyeti’nde kullandığımız bir millet vardır. Bu “millet” 19. asırdaki birçok Osmanlıca kelime gibi Türklerin yarattığı kavramlardandır ve doğrudan doğruya ‘nation’un tercümesidir. Nation Latince bir kelimedir. Bunun geldiği kaynak, “etnos”tur, Yunanca’dır. Dolayısıyla biz “etnos”la alakası olmayan “millet”i “etnos”a çevirmişiz ve bu şekilde kullanmaktayız.

Balıklı Rum Ortodoks Kilisesi. Thomas Allom. 72: Fenerbahçe’de Büyük Patrikhane. B. Sprassberger.

Bugün millet sistemine artık avdet etmemiz mümkün değildir. Bazı emperyal müesseseler vardır ki onun için sadece emperyal ideoloji değil bir imparatorluk tarzı gerekir. Nasıl ki Bizanslı ile modern Yunanlı da aynı insan değildir ve modern Yunanlı, Bizans’ın ideolojisini hiçbir zaman anlayamaz.

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Osmanlı İmparatorluğu'nda Yönetim

Biz üç kıtada hüküm süren bir imparatorluktan söz ediyoruz. Ama bu imparatorluğun nasıl yönetildiği, bu yönetimin nasıl teşekkül ettiği, daha evvelki imparatorluklarla olan miras münasebeti maalesef çok ele alınmıyor. Okullardaki tarih kitaplarında Osmanlı tarihi bölümünde eyalet sistemi gayet kopuk, metne bağlanamamış, iyi yorumlanamamış biçimde talebenin ezberine sunuluyor.

Şunu söylemek gerekir ki Osmanlı idarî merkeziyetçiliği yani eyalet sistemi, taşra idaresi bütün büyük imparatorluklar gibi, yani tarihteki büyük Roma gibi, İran Sasanî İmparatorluğu gibi sağlam bir eyalet sistemine dayanır. Hatta Anadolu’da bu eyaletler bir ölçüde eski Roma eyaletlerinin sınır olarak da devamıdır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü coğrafya belirli şartları, belirli zorunlulukları getirir. Onları durduk yerde değiştirmeye kalkmanın akılla ilgisi yoktur. İşleri birbirine karıştırırsınız. Yeni bir şehir teşkil etmek bir maceradır. Eski şehirler uzun bir tarih içinde hem coğrafya şartlarıyla, havayla suyla uyum sağlamış; hem ticaret yollarıyla münasebeti korumuş; hem de yakın beslenme kaynaklarını, ziraat yapılan kaynaklarını, su kaynaklarını mesafeye göre ayarlamışlarıdır. Binaenaleyh bütün bunları değiştirmeye kalkmak, bırakın ortaçağın zorluklarını, bugünün dünyasında bile bir çılgınlık sayılmalıdır.

Nitekim Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde Anadolu’da kurulmuş bazı şehirler vardır. Mesela Konya Karaman’nın Ermenek’i, Bursa civarındaki Yenişehir gibi; ama genellikle eski şehirler harap da olsalar Türkler Anadolu’ya girdiğinde yeniden diriltilmiş ve hayata devam etmişlerdir. Bunların çoğunun ismi de aynı kalmıştır. Telaffuz farklılığı vardır. Örneğin; “Eski Hisar” anlamında Paleokastron=Balıkesir veya Kengriyon=Çankırı veya Tripolis=Tirebolu veya Tefreke=Divriği gibi.

Hiç şüphesiz ki tamamen ismi değiştirilenler ve bir anlamda yeniden inşa edilenler vardır. İşte eski Türk şehri Muşkara. Bir tarihte Nevşehirli Damat İbrahim Paşa dediğimiz büyük sadrazamın gayretleriyle adeta yeniden inşa edilmiş ve Nevşehir halini almıştır. Bu gibi şehirlere “yeni şehir” demek kaçınılmazdır. Birtakım şehirlerimizin ise isimleri zamanla telaffuz değişikliğine uğramıştır: Trabzon (Trapezus) gibi, Giresun (Kerassus), Sinop (Sinope) gibi; bunları da anlamak lazım. Ordu gibi bazılarının ise tamamen yeni olduğunu söylemek mümkündür.

Şehir meselesi; toplayıcı, yönetici, üretimi planlayıcı yani üretimi dağıtıcı fonksiyona sahip bir şehir meselesi çok önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da, Selçuklularda olduğu gibi bir idarî bölgenin merkezidir. Osmanlı bu idari bölgeye sancak tabir eder. Buraya tek tuğlu amblemi rütbe işareti olan bir sancak beyi tayin edilir. Birkaç sancağın birleşmesinden ise eyalet meydana gelir. Bu eyaletin en stratejik, en önemli sancağı ve şehri ise paşa sancağı tabir edilir. Buraya beylerbeyi rütbesi ile bir vezir gelir. Bu “mareşal”dır. Yani bugünkü Batı dillerinde ve bizde “mareşal” dediğimiz zattır. Gördüğünüz gibi 19. yüzyıla kadar idare, askerîdir. Beylerbeyi aslında idarenin ana unsuru değildir, koordinatörüdür. Tamamen askerîdir. Çünkü savaş zamanı her sancağın tımarlı sipahisi ve sancak askerinin başında gelen sancak beyleri, beylerbeyinin üç tuğu altında toplanır. Ve ordunun gelen kanadına ilhak eder. Yani Osmanlı ordusu garba veya şarka savaşa gidiyor olsun, yol boyunca çığ gibi büyüyen bir yapıya sahiptir. Demek ki eyaletin altında sancaklar vardır. Burada sancak beyi oturur. Sancak beyinin yanına onun idaresinde olmayan, müstakil bir sancak kadısı tayin edilir. Bunlar ekseri Mevleviyet dediğimiz üst rütbeyi almış kimselerdir. Bulunduğu şehrin hem yargıcı hem belediye başkanıdır. Malî ve idarî görevleri de vardır. Fakat bir şeriat adamı olduğu için bazen ahalinin de temsilcisi olarak merkeze onlar adına bazı konuları arz eder.

Mesela ahali pazar kurmak istiyor bir yerde, onu arz eder. Filanca yerin değiştirilmesini istiyor, arz eder. Bir yerde birisi birtakım bağışlarda bulunmuş bir vakıf kurmuş, o vakfın bütçeden muaf olmasını ve orada mesela pazar kurulmasını veya oranın uğrak yeri olmasını istiyor, bunu arz eder. Birtakım vakıfların kontrolünü yapar.

Böyle bir üçüncü şahıs da defterdardır; bugünkü adı da böyledir. Maliye Nezareti’nin eskiden eyalet ve sancaklardaki temsilcisidir. Bunlar beylerbeyinden ve sancak beylerinden bağımsız memurlardır. Çünkü yaptıkları işin öyle olması gerekir.

Soldan Sağa; Başvezir, Kaymakam, Reis Efendi, Divan Üyesi. H. Lalaisse.

Eyalet ve sancaklardan başka kazalar vardır. Merkezde kadı bulunur ve asayiş işleri de subaşılara bırakılır. Hallice köy arazileri de zaim dediğimiz zeamet sahiplerine verilir. Zeamet, tımar sistemi içinde geliri bolca olan bir yerdir. İlla yüz bin akça sınırı diye bir şart yok. Bazen altında da olabilir, bazen çok üstünde de olabilir. Ama her halükârda tımardan çok daha irice bir parçadır. Ve zaim olan kimse orduya birkaç nefer cebeli asker (atlı, techizatlı asker) götürmek zorundadır. Yanındaki bu genç askerler yararlılık gösterdikleri takdirde onlara da bir tımar beratı verilebilir. Yani bir köyün bir kısmı onların idaresine bırakılır. Bunlar maaş almazlar. Bunların maaşı o bulundukları yerin toplanan gelirleridir. Onu usulüne göre harcarlar. Yani köyün yapılacak yolu, kontrol edilecek çeşmesi varsa ona dikkat ederler. Bu iş için derbentçi diye vergiden muaf köylüler vardır mesela. Ayrıca kendisi de gelirine göre bir iki asker veya üç celebi ile savaşa katılır. Yıllık geliri 20 bin gümüş akçadan aşağı tımarlı pek yoktur. Ve bunlar bir köye müstakil olarak tasarruf etmezler. Bir köy cesametine ve gelirine göre iki veya üç tımarlı sipahi arasında taksim edilir.

27 Ağustos 2017 Pazar

Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimar Sinan Devri

Kanunî Sultan Süleyman’ın hükümdarlığını tarihçiler imparatorluğun en parlak devri olarak ele almışlar, dönemin kurumları ve toplum düzeni genel bir eğilim olarak imparatorluk tarihinin klasik devri diye nitelendirilmiştir. Bu genel eğilim nedeniyle Osmanlı toplumsal kurumlarının 15. yüzyıl sonuna kadarki gelişimi bir olgunluk dönemine ulaşmanın, sonrası da çürüme ve bozulmanın safhaları olarak ele alınmıştır. Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu’nun idarî ve toplumsal hayatını bu biçimde yorumlamak hiç değilse son yıllarda terk edilmeye başlandıysa da, özellikle 16. yüzyıl Osmanlı mimarisini ve yapı örgütünü bütün Türkiye kültür tarihi içinde en orijinal ve soylu devir diye ele almak eğilimi sürmektedir.

Türk sanatı veya Türkiye sanatı gibi bir yaklaşım izlendiğinde bu tür bir değerlendirme de kuşkusuz tartışma götürür. Bu tartışma götürürlüğe rağmen, kabul edilmesi gereken bir gerçek, Mimar Sinan döneminin gerek Osmanlı mimarisi, gerekse dünya mimarisi için gösterdiği önemdir. Bu dönemin iktisadî, kültürel ve toplumsal şartları etraflıca incelenmedikçe bu olgunun yeterince kavranılamayacağı da açıktır.

Mimar Sinan baş mimar olduğunda ve olmadan önce de mesleğinde yetişirken, bu imparatorluk bir Balkan imparatorluğu olma yanında bir Ortadoğu İmparatorluğu da olmuştu. Hatta 200 yıldır kazandığı ve koruduğu birinci niteliği, ikincinin içinde erimeye başlamıştı. İki yüzyıldan beri Balkan İmparatorluğu olma niteliğini, tarihin akışı ve doğal kültür ilişkileri içinde yavaş yavaş kazanan Osmanlılar, şimdi bilinçli bir biçimde Ortadoğu-İslâm imparatorluğu tipine dönüşmekteydiler. Devletin ulema ve ümerası, adeta belirgin ve gayretli bir politika içinde bir tür Ortadoğu-İslâm rönesansı yaratıyorlardı. 14. ve 15. yüzyıllara ait Osmanlı vekayiname ve nasihatname edebiyatında, 16. yüzyılda olduğu kadar eski İslâm devletlerini, İslâm toplum ahlâkını, İslâm arazi ve maliye sistemini nakleden kaynaklara atıflar yapıldığı ve başvurulduğu söylenemez. Daha önce pragmatik bir yaklaşım ve yaşayan geleneklere Doğu devlet literatürü okunur ve toplum sistemi benimsenirken, şimdi daha bilinçli bir biçimde İslâm-Ortadoğu modeli ele alınıyordu.

Devletin sınırları Globus Ottomanorum kavramıyla anlatılıyordu. Batıda Transilvanya ve Macaristan’dan başlayan Osmanlı ülkeleri bütün Tuna havzasını Karadeniz’e kadar izlemekte, güneyde Dalmaçya kıyıları, Akdeniz adaları ve tüm Pelepones-Mora’yı içermekteydi. Kuzeydeki sınır Podolya, Eflâk-Boğdan üzerinden Kırım yarımadasını da içererek Ukrayna steplerine kadar uzanmaktaydı. Bu geniş alan, imtiyazlı beylikler, himaye altındaki devletler, merkeze bağlı tımar rejimi uygulanan eyaletlerle birlikte Rumeli bölümünü meydana getirmekteydi. Doğuda, Azerbaycan ve Luristan’dan başlayan sınır güney Kafkasya’yı, kuzey Kafkasya’daki bazı bağımlı devletçikleri, nihayet tımar rejimi altında tüm Anadolu kıtasını, El Cezire, Suriye ve aşağı Mezopotamya’yı kapsıyordu. Arabistan ve imtiyazlı beylik statüsündeki Hicaz topraklarını da göz önünde tutarsak imparatorluğun Asya kıtası mülkleri kabaca belirlenir. Afrika’da ise Mısır, Habeşistan’ın bir bölümü, “Garb ocakları” denen Trablusgarb (Libya), Tunus, Cezayir gibi bağımlı devletçikleri sayarsak imparatorluğun kompozisyonu tamamlanmış olur.

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Osmanlı ve Akdeniz Dünyası

Osmanlı İmparatorluğu Marmara Bölgesi’nde küçük bir beylik olarak doğdu, gelişti; fakat bu ilk yılların üzerinden daha 100 yıl geçmemişti ki Balkanlar’da ve Ege’de hâkimiyeti tesis etti ve bu Balkan hâkimiyeti hemen hemen bugünkü Bulgaristan ve Yunanistan’ın tamamını kapsadı. Çok kısa bir süre sonra Adriyatik, Tuna Nehri, Karadeniz kıyıları ve Mezopotamya’ya kadar uzandı. İkinci asrında Akdeniz’in batı yakası hariç, kuzeyi ve Kuzey Afrika da dahil çepeçevre saran bir imparatorluk olmuştu. Yani başka bir deyişle, gerek müesseseleri, gerek hayatı, gerek üniversalist hâkimiyet anlayışı ve gerek coğrafyası itibariyle bir Üçüncü Roma idi.

Akdeniz dünyası üzerinde kurulu olan Osmanlı İmparatorluğu bu bölgenin son muhteşem imparatorluğuydu ve onu bütün kültürleri, bütün mirasıyla birlikte barındıran ve çağdaş dünyaya taşıyan, asıl tarihî vazifesi de bu olan bir devletti, bir Akdeniz imparatorluğuydu.

Nedir bu Akdeniz dünyası? Akdeniz hiç şüphe yok yeryüzü tarihinde, insanlık tarihinde her şeyden evvel bir kültür çevresidir. Yani Almanlardan alınan ödünç bir kelimeyle “Kulturkreis”dır. Dünyada başka kültür çevreleri de vardır. Hint dünyası gibi, Çin gibi. Çin, yazısıyla ve ananeleriyle bulunduğu bölgede modellik etmiştir. Fakat hiç şüphe yok ki dünya ile bağlantısı kopuktur. Sınırlı ticarî ilişkiler dolayısıyla pragmatik bir şekilde, ipeğiyle, çok sonraları barutuyla, kâğıdıyla belirli katkıları olmuştur. Ama beşeriyetin ortak macerasında Çin dilinin, Çin yazısının, Çin tefekkürünün, hatta bizzat Çin’in büyük bir payı olduğunu, katkısı olduğunu söylemek mümkün değildir. O ayrı bir kültür çevresidir ve zamanımıza kadar da, dünyanın diğer kesimleriyle ana arterlerini bağlamak konusunda son derece sınırlı davranmıştır. Bundan sonra ne olacağını bilemeyiz.

Gene Hindistan, kültürü dolayısıyla en azından insanlığa sıfırı, aritmetik işlemlerindeki sıfırı öğreten bir kültür olması dolayısıyla önemlidir. Fakat bu Hindistan’ı çeviren muazzam Hint Okyanusu ve kuzeyindeki dağlar dolayısıyla dış dünyayla teması her zaman sınırlı kalmıştır. Buna rağmen Helenizm döneminde, İskender seferleri sırasında bir Yunanlılık tespiti mümkündür ve gene aynı şekilde Mezopotamya ve İran’ın üzerinde Hindistan’ın matematiğiyle, tefekkürü ile, lisan katkılarıyla bir payı olduğunu düşünmemiz gerekir.

Asıl Ortadoğu dünyası, yani Mezopotamya, Mısır, İran ve Anadolu hiç şüphesiz ki bugünkü uygarlığın kökünü oluşturmaktadırlar ve beşeriyet tarihinde Hz. İsa’dan beş bin yıl öncesinde buralarda ilk şehirler teşekkül etmiştir. İlk şehirlerin teşekkül etmesi demek, bu şehirler bir ziraî fazlaya dayanarak yaşayacağına göre, burada artık bildiğiniz anlamda zanaatlarla ziraatin meydana gelmesi demektir. Ve yeryüzü tarihinde neolitik devrim dediğimiz, yani cilalı taş devrine, kültürüne tekabül eden tarımcılık burada başlamıştır. Beşeriyetin bu yerleşmesi, toprağı ve tabiatı bu şekilde verimli olarak kullanmaya başlamasıyla da Ortadoğu medeniyeti, Mezopotamya ve Nil havzasında harikalar yaratmaya başlamıştır.

İnsanlık böylece şehir ve devlet safhasına ulaşmıştır. Çok ilginçtir, Akdeniz’in etrafındaki diller birbirine çok zıttır. Bir tarafta Sami diller, öbür tarafta Avrupa dilleri, onların muhtelif branşları ve bakarsanız bunlar çok değişik alfabelerle yazılmıştır. Ortadoğu tarihinde son iki bin yılın sadece alfabe konusundaki renkliliği bile, başka hiçbir yerle mukayese edilemez. Ne var ki bu alfabeler mantık olarak birbirinden çıkmıştır. Yani Latin ile Yunan’ın, Yunan ile Fenike’nin, Fenike ile birtakım Sami dillerin, alfabelerin fonetik ve fonemik biçimde düzenlenmesi, yani heceye dayanan işaretler olması dolayısıyla bir beraberlik görülmektedir.

Daha da garibi, birbiriyle alakası olmayan bu dillerin edebiyatı, benzerlikleri bir iken ikiye katlamıştır. Mezopotamya’nın en eski edebi dili Sümerce’nin, kendisinden sonraki Sami dillerle yapı olarak hiçbir akrabalığı yoktur. Ama bu dili sadece bugünün arkeologları, filologları değil o zamanların Samileri de biliyordu, Akkadlar da biliyordu, Babilliler de biliyordu. Sümerce metinleri kopya edip kütüphanelerde saklamak o uygarlığın başlıca aracıydı.

25 Ağustos 2017 Cuma

Üç Kıtada Osmanlılar

Kanunî Sultan Süleyman Devri


Hepimiz 16. asrı, Osmanlı İmparatorluğu’nun doruk noktası olarak bilir ve kabul ederiz. Bu da Kanunî Sultan Süleyman asrıyla aynileştirilir. Daha Kanunî Sultan Süleyman hayattayken böyle bir hava vardı ve ondan sonra da bütün 16. asır boyunca, yani oğlu II. Selim, torunu III. Murad, torununun oğlu III. Mehmed devirlerinde de Gelibolulu Mustafa Âli gibi vakanüvisler, Kanunî Sultan Süleyman devrinden “Asr-ı Süleyman Han” diye bahsederler.

Burada neredeyse “Asr-ı Saadet” demelerine ramak kalır. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu ulaşabileceği sınırlara ulaşmıştır demeyelim, ama artık bir dünya gücü olduğunu kanıtlamıştır. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusu ve Avrupa coğrafyası karşısında imparatorluğun mevcudiyetini, ağırlığını hissettiren hükümdar hiç şüphesiz ki II. Mehmed, yani Fatih Sultan Mehmed Han’dır.

Belki bir şehir devleti derekesine inmiş olsa bile, yine de Roma İmparatorluğu’nu sona erdiren, ama her halükârda İstanbul gibi çok zor bir şehri çağın askerî tekniklerini kullanarak ele geçiren bu 21 yaşındaki genç mareşal, ardından bugünkü Romanya’ya ve Moldova’ya tekabül eden Eflak-Boğdan topraklarını, Yunanistan’ın hemen hemen tamamını, zaptı çok zor olan Ege adalarından Eğriboz’u, Limni’yi (Rodos’u kuşatmışsa da alamamıştır), Arnavutluk’u, Sırbistan’ın çok önemli bir kesimini (Belgrad ve etrafı hariç olmak üzere), Bosna Hersek’i ele geçirmiş; Anadolu topraklarından Karaman’ı eyaletleri arasına katmış, Otlukbeli Savaşı’nda Doğu Anadolu’da Uzun Hasan’ın, yani Akkoyunlular Devleti’nin hâkimiyetini sona erdirmiş, nihayet Trabzon’da Pontus Rum İmparatorluğu’nun kalelerini ele geçirmiş, bir ahitname ile dahilî anarşi içindeki Kırım Hanlığı’nı Osmanlı Devleti’ne tâbi hale getirmiş ve bu hanlığın en önemli parçasını, yani Sudak ve Kefe’yi ihtiva eden kesimini de Kefe Sancağı adı altında merkeze bağlamıştır.

Hiç şüphe yok ki Doğu’da ve Batı’da Fatih Sultan Mehmed asrı Osmanlı İmparatorluğu’nun artık bir cihan devleti haline dönüşmesidir. Büyük güçler içindedir ve dünyadaki devletler, bütün büyük güçler politikalarını birbirlerine karşı ve birbirlerini kollayarak, birbirlerini izleyerek oluştururlar.

Kanunî Sultan Süleyman devrinde bu manzumeye Bağdat’ın, yani bugünkü Irak’ın fethi –ki daha evvel babası Yavuz Sultan Selim Han bütün Güneydoğu Anadolu’yu, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’ı topraklara katmıştı– eklenmiştir. Bu bölgede Roma İmparatorluğu vasfına sahip, üniversal imparatorluk vasfına sahip bir imparatorluk Mezopotamya’ya hâkim olmak durumundadır. Bunun üzerinde önemle duruyoruz, çünkü tarihte Osmanlı’dan evvelki iki Roma İmparatorluğu Mezopotamya’ya hâkim olamamışlardır. Birinci Roma Partlarla, Bizans denilen ikinci Roma ise Sasanilerle savaşmak zorunda kalmıştır ve Fırat havzasının üst kısmını elinde tutsa da güney kısmını, yani bugünkü Irak’ı (bugünkü Irak son asırda ortaya konmuş suni bir coğrafyadır), Mezopotamya’yı ele geçirememiştir. Burası hepimizin bildiği gibi İran İmparatorluğu’nun, yani Ahemenişlerden beri devam eden ama Romalıların çağdaşı olan Part Hanedanı’nın ve ardından da Sasanilerin elinde kalmıştır.

İki Roma’nın ardından, üçüncü Roma diyebileceğimiz Osmanlı, Irakeyn Seferiyle ilk defa Mezopotamya’ya hâkim olmakta ve Basra Körfezi’ne kadar uzanmaktadır. Bu Kanunî Sultan Süleyman’ın doğudaki büyük seferidir ve iyi bir mareşal olduğunu göstermektedir. İkincisi bu sefer sayesinde, İran’la olan sorun çözülmese bile, İran sınırlarımız teminat altına alınmıştır, fakat asıl önemlisi Macaristan’ın fethidir.

Macaristan neresidir? Orta Avrupa’da bugünkü Macaristan’a ilave olarak Slovakya, Romanya’nın Transilvanya denen kısmı –Macarca’da Erdel denir, biz de aynı tabiri kullanırız– bugünkü Sırbistan (çünkü Belgrad onların elindeydi) ve bugünkü Avusturya’nın da Burgenland diye bilinen kısmından müteşekkil bir alandır. Ukrayna’dan bir küçük bölümü de buna ilave ediniz ve bir ara, 15. asrın sonunda, Kral Matyas “Corvinus” zamanında Macaristan’ın Venedik’e kadar yayıldığını, bir ara Viyana’yı bile ele geçirdiğini de hesaba katınız.

Dahası var: Kral Sigismund zamanında Alman imparatorluk tacı da Macaristan’a verilmişti. Macaristan bu nedenle, Polonya ve Litvanya tacını, Macaristan tacını ve Alman imparatorluk tacını elinde tutan kuvvetli bir devlettir. Bütün Orta Avrupa’nın ahvali Macaristan’dan sorulur. Bu hâkimiyet Balkanlar’a kadar uzanır. Ta 15. asırdan beri Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar’da Macarlarla savaşmak durumunda kalmıştır. Daha Hacı İlbeyi zamanında Sırpsındığı dediğimiz savaştan sonra, Macarlar en önemli tarihî mareşallerinden Hunyadi Yanoş komutasında diğer Haçlı devletleri birleştirerek, hepimizin bildiği gibi Balkanlar’a sarkmıştır. Eğer II. Murad’ın dâhiyane savunması olmasa ve 1442’de Varna Savaşı’nı kazanmasa, Osmanlıların daha o tarihte Balkanlar’dan sökülüp atılması işten bile değildi. Bazı yayılma ve hâkimiyetler, doğrudan doğruya iktisadî gelişmelerin coğrafî stratejik gereksinimleri sonucu ortaya çıkar. Mesela Almanya’nın Ortaçağ’da Polonya’ya doğru yayılması veya Rusya’nın, yani Moskova Devleti’nin Sibirya’ya doğru genişlemesi buna örnektir. Keşifler sonucunda İspanyolların yerkürenin yarısına hâkim olması da bunun başka bir tezahürüdür. Ama bazı tür hâkimiyet doğrudan doğruya savaşlarla tayin edilir. O savaşlardaki başkomutanın başarısı ve orduların taktiği, uzun hâkimiyet yıllarını ardından getirir.

Osmanlı tarihinde 1444 Varna Savaşı, I. ve II. Kosova savaşları ve 1526 Mohaç Meydan Muharebesi bunlardandır. 1526’da Polonya, Litvanya ve Macar tacını elinde tutan Kral Layoş Mohaç’ta yenilmiştir ve o günün akşamı Avrupa tarihi bir şokla, bir zelzele ile sarsılmıştır. Kuvvetli Macaristan Krallığı birden ortadan kalkmaktadır. Bu imparatorluğun vârisi ise, tacı bekleyen Habsburglar’dır. Birdenbire Tuna mansabına Osmanlı İmparatorluğu, Türklerin imparatorluğu yerleşmektedir. Bu yerleşim, bu hâkimiyet; 5, 10, 15, 50 senelik bir geçici yerleşim değildir. Yaklaşık 180 sene sürecektir. Demek ki Türkler çok önemli bir şekilde Avrupa tarihinin içine girmektedirler. Katolik krallıkların en önemlisi olan, Roma Kilisesi’nin yeryüzündeki yansıması sayılabilecek mukaddes krallık Macaristan bir anda Türklerin eline geçmekte, çok küçük bir kısmı onun kanunî vârisi sayılan Avusturya’nın Habsburglar hanedanı tarafından kontrol edilmektedir. Bu da Pressburg veya Bratislava Macaristanı dediğimiz bugünkü Slovakya topraklarıdır. Ancak orası bile Kanunî’den sonra sık sık birtakım seferlere, birtakım fütuhata uğrayacak, bazı kalelerin elden çıkmasıyla hâkimiyetin zor tutulduğu bir alan olacaktır.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Fatih Sultan Mehmed ve Otranto Seferi

Fatih Sultan Mehmed devrindeki fetihler içinde Osmanlı’nın elinde en kısa süreli kalan yer Otranto’dur. Fethedilen diğer ülkelerin hepsi 19. asra kadar İmparatorluk’ta kalmış, hatta bugünkü yurdumuzun bir bölümü de bu devirde fethedilmiştir.

Kırım Hanlığı ve Bosna gibi Osmanlı kültürel çevresinin (Kulturkreis) önemli iki bölümü bu devirden beri Türkiye politikasının vazgeçilmez iki coğrafi ve kültürel unsuru olarak var olmaktadır. Otranto’nun fethi meselesi, Türk siyasi söyleminde çok yer almaz. Maalesef tarihçilik içinde aynı durum söz konusudur.

15. asırda fethedilen Arnavutluk gibi ülkelerin arazi tahrir defterleri veya bazı vakıf kayıtları mevcut olduğu hâlde, mesela Divan-ı Humayun, muhimme defteri gibi kayıtlar yoktur. Garip bir biçimde Osmanlı kronikleri 15. asrın ortalarından evvelki yüz kırk sene için söz konusu değildir. İmparatorluğun kuruluşunu ve büyümesini takip edeceğimiz kroniklerin hemen hepsi 15. asra aittir. Aynı emperyal bir ideoloji ile âdeta tarihin yeniden yazılması söz konusu olabilir. Daha da garip nokta; 1480’deki Otranto cengi ancak 16. asrın tarihçileri Kemalpaşazade ve diğerleri tarafından kaleme alınmaktadır. Demek ki Otranto fethi için bu post bellum Osmanlı kronikleri ve 15. asrın çağdaş İtalyan kaynaklarına başvurmak kaçınılmazdır. Franz Babinger gibi üniversal bir tarihçi bile kaynakların müşterek kullanımındaki tezatları halledebilmiş görünmüyor. O hâlde bu konuda Osmanistler ve İtalya tarihçileri zor bir görevle karşı karşıyadır.

II. Mehmed saltanatı, merkeziyetçi bir imparatorluğun kurulduğu, çağdaş vatan ve millî kimliğimizin inşa edildiği bir devirdir. Saray teşkilatı bu devirde tamamlanmıştır. 22 yaşındaki padişah İstanbul fethinin hemen ertesinde sadrazamını idam ettirdi. Çandarlı Halil Paşa’nın idamı ilk sadrazam idamıdır. Birçok zaviye artan askerî masraflar ve tımar dağıtımı nedeniyle devletleştirildi. Sürgün ile Anadolu halkının bir kısmı Balkanlar’a sürüldü. Bu olaylar nedeniyle hiç şüphesiz Fatih Sultan Mehmed’i bugünün tarihçileri çağdaşlarından daha çok seviyorlar. İstanbul’un fethi ile gayrimüslimlerin ruhani reisleri tayin edildi. İmparatorluk’ta bir Ermeni Patrikhanesi yaratıldı. Bir Roma politikası güdülüyordu. Bu eski Türk ve İslam İmparatorluk ananesi ile de uyum halindedir. Vakı’a 11. asırdan beri Türkler yeni ülkelerine Roma (Rum), kendilerine de Romalı (Rumî) derler; Fatih Sultan Mehmed Kayzer-i Rum unvanını aldı. Taşra iradesi merkezîleştirildi ve padişaha bağlıydı. Saraylıların müdahalesi önlendi. Bu durumun 17. yüzyılda Koçu Bey lâyîhasında özlenen bir sistem olarak zikredildiğini görürüz. Padişahın iktidarı mutlaktı. Kardeşlerin katledilmesi bu dönemde meşru hale geldi. Mamafih iktidarın yapısı bunu gerekli kılıyordu. 100 sene sonra Osmanlı ülkelerini gezen Alman seyyah diyor ki; “Gökte nasıl bir güneş varsa Osmanlı ülkesinde de bir hükümdar olur.”

Batılı ressamların gözüyle bir Türk hücumu.

Fatih Sultan Mehmed’in fetihlerinin yönü Avrupa idi ve şüphesiz İtalya’da ki ilk hedef Roma idi. Bu tartışılmayacak kadar açıktır. II. Mehmed, kendi zamanında eşi az görülen Rönesans tipi bir entelektüeldi. Hünkârın dünya tarihlerini, Büyük İskender’i okuttuğu biliniyor. Yunanca’sını Kritovulos ve Languschi gibi yazarlar methediyor. Farsça şiir yazıyor, Arapça biliyor.

Türk tarihî ve siyasî polemiğinde Avrupa içlerine ilerlemenin doruk noktası I. ve II. Viyana muhasaralarıdır. Siyasî polemikte insanlar Basra’ya ve Mısır’a ilerleyen ecdattan veya Otranto’dan pek söz etmezler. Oysa Otranto’nun Avrupa’nın tarihî hafızasında önemli yer ettiği açıktır. Birçok önemli anlaşma gibi birçok önemli harp de Türk tarihçiliğinde müstakil monografi konusu olmadı. Otranto da böyledir. 13 aylık Otranto hâkimiyeti sadece genel tarihlerimizin konusu olmuştur. Bu genel tarihlerin içinde tarihçinin yaklaşımına göre farklar vardır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Fatih Sultan Mehmed’in büyük amirali yani Kaptan-ı Derya Gedik Ahmet Paşa’yı Otranto’nun fethine tayinini anlatıyor. Bunun için önce Otranto valisi tayin edilmiştir. Daha evvel Arnavutluk seferine karşı çıkan Gedik Ahmet Paşa, bu sefer âdeta cezalı olarak bu göreve zorlandı. Uzunçarşılı, Paşa’nın çıktığı eyaletin adını veriyor; “Polyo…”

Eğitimde Osmanlı Tarihi

Bizim yaşadığımız coğrafyada, yani ön planda Balkanlar’da, Karadeniz civarı ülkelerde, Kafkaslar’da ve şimdi Ortadoğu’da çok büyük bir sorun vardır; tarih biliminin ve tarih bilgisinin kitlelere ulaşması, sözün kısası okul kitaplarında anlatılan tarih… Çünkü şurası bir gerçektir ki, hem Türkiye’de hem de bizim çevremizde toplumların, fertlerin çoğunluğu okuldan sonra bir daha tarih kitabı okumazlar.

Bu gerçekten hareketle tarih biliminin, bilgisinin ve yorumunun kitlelere ulaşacağı tek araç okuldaki eğitimdir. Bu nedenle de okul kitapları çok önemlidir. Son yıllarda, özellikle 1960’lardan sonra birtakım uluslararası teşekküllerde aydınlar okul kitaplarının karşılıklı olarak düşmanca ifadelerden arındırılmasıyla bir dostluk havasının, bir barışın geleceğini ümit etmektedirler. Her umut ve temenni gibi bunu da saygıyla karşılamak zorundayız. İhmal edemeyiz, iltifat etmek zorundayız, ancak realiteyi de bilmemiz gerekiyor.

Osmanlı'da Eğitim Sistemi

Tarih, bizim içinde bulunduğumuz Balkan ülkeleri ve Karadeniz coğrafyasında, başından beri teleolojik (amaçlı) bir yorumla ele alınır. Buradaki yorum çok açıktır: Bu devletler mazide çok parlak milletlerin kuruluşlarıdır, şanlı bir tarihleri vardır. Bu böyle olmasa da böyle anlatılır… Arada bir kesinti yaşanmıştır ve şimdi parlak mazinin yeniden inşası söz konusudur.

Bu inşa, bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlığından kurtulan ve bu hükümranlıktan kurtulduktan sonra müstakil devletçikler kuran Balkan devletleri için onulmaz ve vazgeçilmez bir amaçtır… Şüphesiz ki, bu yorum maziyi kendine göre biçimlendirir ve hedefinden hiçbir taviz vermediği için okul kitapları; Balkan tipi tahripkâr, saldırgan milliyetçiliğin esas mesnetlerinden, dayanak noktalarından biri olarak ortaya çıkar.

Bu sırada saptamalar ve saptırmalar ortaya çıkar. Bu devletler tarihi ve coğrafyayı belirli bir şekilde değiştirirler. Makedonya dediğimiz bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin toprakları Balkan milletleri arasında çok münakaşalı ve saptırmalıdır. Bir ilmi kongrede hatırlıyorum, orta zamanlar haritasını getirip orada Makedonya’nın Bulgaristan’a ait olduğunu öne süren bir Amerikalı tarihçinin tezi bir saat tartışılmıştı… Gerçekten de ‘Makedonya bizimdir, bu harita da bunu gösteriyor’ diyorlardı… Oysa haritada bütün orta zamanlar haritalarına has teknik noksanlar bulunduğu gibi orta zamanlardaki etnik isimlendirme bugünküne benzemiyordu.

Nitekim orta zaman seyyahlarının çoğunun kaleminde Ukraynalıları ve Rusları ayırt etmek pek mümkün değildir. Yani o zamanlar Ukraynalılara “küçük Rus”, bildiğimiz Ruslara “büyük Rus” demek alışkanlığı sanıldığının aksine herkesi kapsamıyordu. Gene bırakınız ortaçağı, yeniçağların, 18. asrın birtakım halk tipi sınıflamalarında dahi bir Bulgar’la bir Hellen’in ayrımı çok iyi yapılamaz.

Mesnetsiz iddialara ve mesnedin iddia vasıtasının, ispat aletinin de ne derece geçerli olduğuna bakmak gerekir. Bile bile bazı tarihi olayları yeni yorumlarla vermek de bu işin içindedir. Mesela, yakın tarihte Yunanca ders kitapları 1,5 milyon Hellen’in Küçük Asya’dan sürüldüğünü söylerler. Sürülme sanki 26 Ağustos 1922 (Büyük Taaruz) zaferinin hemen akabindeki on-on beş gün içinde olmuştur. Oysa vakıa öyle değildir. Cumhuriyetimizle Venizelos’un arasında yapılan bir anlaşma sonucunda bu vuku bulmuştur. Mübadele hiç şüphesiz ki hoş sonuçlar getiren bir olay değildir. Ama buradan giden bir milyonu aşkın Rum’un mübadele gibi bir antlaşmayla gittiği bir gerçektir. Yani on beş günde sürülmüş değillerdir.

Milliyetçiler tarafından beş hatta beş buçuk asrı kapsayan Osmanlı egemenliği istenmeyen, sevilmeyen bir dönem olduğu için, Balkan milletlerinin tarihi geçiştirilip gitmektedir. Bu dönem üzerindeki bilgisizce tasnifler ve tasvirler yanında arazi rejiminin anlatılışı, mesela devşirmeler, İslamlaştırma politikası gibi konular tamamen gerçeklerden uzak sanılarla, varsayımlarla ve saptırmalarla ele alınır. Burada en sık kullanılan da boyunduruk kelimesidir. Sırbistan’ın genç tarihçilerinden biri olan Olga Ziroyevic hanım bu kelimeye çok sinirlendiği için; “Biz öküz müyüz ki kendi tarihimizin önemli bir dönemi için bu kavramı kullanıyoruz” diye haklı olarak sormuştu. Boyunduruk kelimesiyle ifade edilen hiçbir şey insanlara sempatik görünmemektedir ve bugünkü Balkanlar dünyası Osmanlı eserlerinin son hadde varıncaya kadar tahrip edildiği bir yerdir. Bu tahripten ben söz etmiyorum, sanat ve mimarlık tarihçisi, Türkolog Machiel Kiel’in Balkanlar ve Rumeli’deki Osmanlı envanterleri ve araştırmaları herkesin malumudur.

Mimar Sinan

Kanunî Sultan Süleyman devri, Osmanlı İmparatorluğu'nun, hatta bütün Türk tarihinin zirvedeki, en parıltılı zamanı olarak bilinir. Tarihte hüzünlü ve hadiseli yeri olan satvetli milletlerin tarihinde bu gibi zamanlar vardır... Bu bir asır mı sürer, bir buçuk asır mı sürer belli değil. Osmanlı İmparatorluğu'na da diğer büyük imparatorluklar gibi iki buçuk asır ömür biçenler var. O iki buçuk asrın gerisi kuruluş ve gerileme diye tasvir edilir. Burada imparatorlukların coğrafyası ve tarihi özellikleri üzerinde fazla duracak değiliz. Ama bu gibi dönemlere insanların özlemle bakması, sırf Kanunî devrine has değildir.

Sultan Süleyman'ın kırk dört yıllık iktidarından, saltanatından sonra da daha bir asır ve uzun asırlar boyu o devir bir model olarak anlaşılmış ve muhtelif tarihçilerin ve siyasetle uğraşan kalemlerin üslubuyla, özlemiyle, yakınmasıyla bu görüş bizlere kadar devam etmiştir, imparatorluk ve Türk edebiyatı ise bu devirde en büyük şairlerine sahiptir.

Bu insanların ne olduğunu, neler terennüm ettiklerini, sanatlarındaki özellikleri halen anlamakla meşgulüz. "Eski kitaplar artık okunmuyor" diyenler var. Okunmamaları onların kabahati değil, bin kelimeyle yazıp konuşan bizim gençliğimizin kabahati ve o gençliği öyle yetiştiren bizlerin, eğitimcilerin suçudur; buna kuvvetle inanıyoruz ki biz Türkler, edebiyatımızı ve dilimizi daha iyi öğrendiğimiz, daha iyi araştırmaya başladığımız zaman bunlar tekrar keşfedilecek hazineler olacaktır. Düşünün ki böyle büyük şairlerin döneminde Kanunî ve Hürrem Sultan, yani imparator diyebileceğimiz bir padişah ve gözdesi bile şiir yazmaktadır ve bunlar kötü şiirler değildir. Önemli resim, minyatür üstadları bu dönemdedir, istanbul kervanlarla bütün şarktan kitap çekmektedir, öyle bir, iki, üç âdet değil yüzlerce... İstanbul'un kütüphaneleri en değerli şark yazmalarıyla dolmaktadır, İstanbul batıyı çekmektedir. Nitekim Kanunî'nin sevgili veziri önce makbul, sonra maktul sayılan -tabii siyaset cezasından kurtulamayan- İbrahim Paşa, âdeta başkente Venedik zevkini, Rönesans'ı getiren bir devlet büyüğüdür.

Unutmayın ki, onun, bugün islam Eserleri Müzesi olan ve kendisine atfedilen sarayın önüne, Budin'den, Mohaç seferinden dönerken beraberinde getirdiği Apollon, Herkül ve Diana heykel grubunu diktirmesinin bir münakaşaya ve giderek bir isyana sebep olduğu bilinmektedir.

Türk mimarîsi, bu dönemde yerel özelliklerinden merkezîleşmeye doğru gitmektedir. Meselâ Büyük Fatih'in döneminde yapılmış bugünkü Yunanistan'da, Mora'da, Atina veya Yanya'daki bir camiye baktığınız zaman henüz geç paleolog dediğimiz son devir Bizans'ın etkileri görülür. Hatta başkentte bile böyle eserler vardır; ama on altıncı yüzyılda âdeta bir merkezî bakanlıkta, sanki Bayındırlık Bakanlığı'nda standart tersimle çıkan projeler gibi, Bosna'dan Halep'e, hatta Mısır'a kadar belirgin üslûba sahip medreselerin, camilerin, çeşmelerin ortaya çıktığı görülür. İşte bu merkezîleşmede bir dâhinin çok büyük rolü vardır; Mimar Koca Sinan Ağa.

Süleymaniye Camii, Thomas Allom.

Mimar Koca Sinan Kimdir?


Devşirme olduğu biliniyor. Ordunun istihkâm sınıfına ve Hassa Mimarları Ocağı dediğimiz mimarî bölümüne devşirilen çocuklar, öbür devşirmelerin aksine daha ileri yaşta gelebilir. Çünkü bunlar belirgin bir sanatı bilen, öğrenen adamlar olmalıdır. Bazılarının etnik menşei çok abartılıyor. Oysa bunu sağlıklı olarak tespit etmemiz mümkün değildir. Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarıdır ve bir Osmanlı'dır. Bu kuru kuruya söylenmiş bir söz değildir; çünkü onun bütün yerelliklerin, bütün etnik özelliklerin üzerine çıktığını göreceksiniz. Mimarlar Ocağı'na alman, yani Hassa Mimarları Ocağı'na alman bir mimar tabii ki bir askerdir, bir zabittir.

İstanbul Tarihinden Esintiler

"Be makam-ı Konstantiniyye el Mahmiyye..."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün fermanlarında ve kayıtlarında şehrin adı böyle geçerdi: Konstantiniyye; "korunmuş makam"... Memalik-i Mahrusa'mn korunmuş ülkelerinin merkezi Konstantiniyye bütün Arapların tarihinde, İslam tarihi boyunca bu adla anılırdı. Kimse şehrin kurucusu olan hükümdarın ne adını küçümserdi, ne de inkâr ederdi. Hiç şüphesiz ki bu resmî ad, sadece resmî işlemlerle sınırlı değildi. Son döneme kadar, basılan bazı kitapların ilk sayfasında "Konstantiniyye... matbası" künyesi vardır. Büyük Konstantin'in adını taşımaktan dolayı Osmanlı İstanbul'u hiçbir zaman yüksünmüş değildir. Dolayısıyla bu konuda bir hassasiyete de lüzum yoktur.

Vakıa mütareke döneminin tatsız günlerinde Konstantin isminin Türkleri rahatsız etmesinden daha normal bir şey yoktur. Çünkü işgal kuvvetleri içinde yer alan Yunanlılar küçük Yunanistan'ın Kralı Konstantin'le tarihteki büyük Konstantin'in ismini birbirinin yerine koymaya çalıştılar. O yüzden resmen bu isim silindi. Hiç şüphesiz ki büyük şehrin başka adları da vardı. Bir kere İstanbul dördüncü asırda resmen kurulduğundan beri yeryüzünde onun kadar büyük bir şehir, ancak İtalya'daki Roma'ydı ve bir iki asır içinde İstanbul istikrarlı, zengin, kuvvetli bir imparatorluğun merkezi olduğu için, Nea Roma yani "Yeni Roma" eskisini gölgede bıraktı; eskisi çöktükçe, fakirleştikçe, dağıldıkça, nüfusu azaldıkça yenisi ona inat genişlemeye başladı.

İstanbul, Peter Coek

İki asır sonra ise yeryüzünde bundan daha büyük bir şehir düşünülemezdi. Mısır'daki Aleksandria (İskenderiye), İtalya'daki Roma, dini bir merkez olduğu için hacimce büyük olmasa da Kudüs, eski Suriye'nin ihtişamını pek taşımasa da Antakya ve Atina ise harabeler halinde bir şehirdi. Yeryüzünde İstanbul kadar ihtişamlı başka bir şehir bulmak pek mümkün değildi. Emeviler'den sonra Şam, Abbasiler'den sonra Bağdat, satvetli devirlerinde İran'ın İsfahan ve daha evvel Kazvin, Nişabur gibi şehirler belki büyük şehirler sayılabilirdi. Ancak, şurası bir gerçek ki bin yıl boyunca İstanbul'dan daha parlak bir şehir yoktu.