24 Ağustos 2017 Perşembe

Mimar Sinan

Kanunî Sultan Süleyman devri, Osmanlı İmparatorluğu'nun, hatta bütün Türk tarihinin zirvedeki, en parıltılı zamanı olarak bilinir. Tarihte hüzünlü ve hadiseli yeri olan satvetli milletlerin tarihinde bu gibi zamanlar vardır... Bu bir asır mı sürer, bir buçuk asır mı sürer belli değil. Osmanlı İmparatorluğu'na da diğer büyük imparatorluklar gibi iki buçuk asır ömür biçenler var. O iki buçuk asrın gerisi kuruluş ve gerileme diye tasvir edilir. Burada imparatorlukların coğrafyası ve tarihi özellikleri üzerinde fazla duracak değiliz. Ama bu gibi dönemlere insanların özlemle bakması, sırf Kanunî devrine has değildir.

Sultan Süleyman'ın kırk dört yıllık iktidarından, saltanatından sonra da daha bir asır ve uzun asırlar boyu o devir bir model olarak anlaşılmış ve muhtelif tarihçilerin ve siyasetle uğraşan kalemlerin üslubuyla, özlemiyle, yakınmasıyla bu görüş bizlere kadar devam etmiştir, imparatorluk ve Türk edebiyatı ise bu devirde en büyük şairlerine sahiptir.

Bu insanların ne olduğunu, neler terennüm ettiklerini, sanatlarındaki özellikleri halen anlamakla meşgulüz. "Eski kitaplar artık okunmuyor" diyenler var. Okunmamaları onların kabahati değil, bin kelimeyle yazıp konuşan bizim gençliğimizin kabahati ve o gençliği öyle yetiştiren bizlerin, eğitimcilerin suçudur; buna kuvvetle inanıyoruz ki biz Türkler, edebiyatımızı ve dilimizi daha iyi öğrendiğimiz, daha iyi araştırmaya başladığımız zaman bunlar tekrar keşfedilecek hazineler olacaktır. Düşünün ki böyle büyük şairlerin döneminde Kanunî ve Hürrem Sultan, yani imparator diyebileceğimiz bir padişah ve gözdesi bile şiir yazmaktadır ve bunlar kötü şiirler değildir. Önemli resim, minyatür üstadları bu dönemdedir, istanbul kervanlarla bütün şarktan kitap çekmektedir, öyle bir, iki, üç âdet değil yüzlerce... İstanbul'un kütüphaneleri en değerli şark yazmalarıyla dolmaktadır, İstanbul batıyı çekmektedir. Nitekim Kanunî'nin sevgili veziri önce makbul, sonra maktul sayılan -tabii siyaset cezasından kurtulamayan- İbrahim Paşa, âdeta başkente Venedik zevkini, Rönesans'ı getiren bir devlet büyüğüdür.

Unutmayın ki, onun, bugün islam Eserleri Müzesi olan ve kendisine atfedilen sarayın önüne, Budin'den, Mohaç seferinden dönerken beraberinde getirdiği Apollon, Herkül ve Diana heykel grubunu diktirmesinin bir münakaşaya ve giderek bir isyana sebep olduğu bilinmektedir.

Türk mimarîsi, bu dönemde yerel özelliklerinden merkezîleşmeye doğru gitmektedir. Meselâ Büyük Fatih'in döneminde yapılmış bugünkü Yunanistan'da, Mora'da, Atina veya Yanya'daki bir camiye baktığınız zaman henüz geç paleolog dediğimiz son devir Bizans'ın etkileri görülür. Hatta başkentte bile böyle eserler vardır; ama on altıncı yüzyılda âdeta bir merkezî bakanlıkta, sanki Bayındırlık Bakanlığı'nda standart tersimle çıkan projeler gibi, Bosna'dan Halep'e, hatta Mısır'a kadar belirgin üslûba sahip medreselerin, camilerin, çeşmelerin ortaya çıktığı görülür. İşte bu merkezîleşmede bir dâhinin çok büyük rolü vardır; Mimar Koca Sinan Ağa.

Süleymaniye Camii, Thomas Allom.

Mimar Koca Sinan Kimdir?


Devşirme olduğu biliniyor. Ordunun istihkâm sınıfına ve Hassa Mimarları Ocağı dediğimiz mimarî bölümüne devşirilen çocuklar, öbür devşirmelerin aksine daha ileri yaşta gelebilir. Çünkü bunlar belirgin bir sanatı bilen, öğrenen adamlar olmalıdır. Bazılarının etnik menşei çok abartılıyor. Oysa bunu sağlıklı olarak tespit etmemiz mümkün değildir. Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarıdır ve bir Osmanlı'dır. Bu kuru kuruya söylenmiş bir söz değildir; çünkü onun bütün yerelliklerin, bütün etnik özelliklerin üzerine çıktığını göreceksiniz. Mimarlar Ocağı'na alman, yani Hassa Mimarları Ocağı'na alman bir mimar tabii ki bir askerdir, bir zabittir.

İmparatorluğun dört bir tarafını gezer. Niçin? Çünkü uzun seferlerde her yerde köprüler onarılır.. Her yerde su kaynaklan onarılır. Ordunun konaklayacağı depolar, hangarlar onardır ve tabii camiler yapılır veya onarılır ve bunlar yapılırken yerel sanatlara, yerel malzemeye vâkıf olmak, bunları öğrenmek, yerel sanatçıları kullanmak gerekir. O yüzden bunlar çok çabuk beynelmilelleşen, bugünkü mimari öğrencisinin bile sahip olamayacağı bir imkân ve eğitime sahip olan kişilerdir.

Bugün bir mimarlık fakültesi öğrencisine, İtalya'yı, İngiltere'yi» Mısır'ı, Çin'i ve Hindistan'ı gösterebilmek, oradaki eserleri bir anda tefsir ettirebilmek, ustalarıyla, mimarlarıyla yüz yüze getirebilmek Şansına sahip değiliz. O yüzden bu mimarların Osmanlı İmparatorluğu gibi üç kıtada ve o zamanki medeniyetleri kapsayan bir bölgede yetişmesinin onlar için büyük bir şans ve imkân olduğunu bilmemiz gerekir.

Çok kısa bir zamanda, dört bir tarafta coğrafi şartlan, malzemeyi tanıyan -malzemeyi tanımak çok önemli- ustaların kendine özgü bilgilerini kapan bu kişiler standart bir mimarî geliştirebilmektedirler. O kadar ki, Yunanistan'ın bugün Trikala denen Tırhala'sıdaki Osman Şah Camii, Halep'teki camiler ve İstanbul'daki Mimar Sinan eserlerini tanıyabilmek için eğitimli mimar olmak gerekmiyor. Bunları gören, bir kaçma dikkatli bakan herhangi bir şehirli, mimarî bilgisi olmasa bile, aynı mimarın elinden çıktığını anlar. İşte böyle özgün üslûp sahibi olmak, ancak dâhilere hastır.

Türkiye sanatı, Osmanlı sanatı dediğimiz böyle bir dönemden geçmektedir. Unutmayalım, devletin yönetiminde insanlar yeni bir devre girmektedirler; 16. yüzyılda dini bakımdan daha Ortodoks , dediğimiz, daha muhafazakâr bir yönetim benimsenmektedir. Eski Ortadoğu ve İslam edebiyatı kavranmaktadır. Hatta Ebussuud Efendi, o zaman şeuhülislam ismi daha kullanılmıyordu, konusunda son otoritelerden sayılmaktadır. Bir yandan da Molla Kabız gibi daha mutaassıp bir yaşam yorumu getirenler ortalıktadır. Halk edebiyatının ve divan edebiyatı dediğimiz bölümün hangisine bakarsak bakalım, şiirde ve edebiyatta bile bu mistisizm hakimdir. Ama bir derinlik de kaçınılmazdır. Devletin sınırları "Orbis Ottomanorum" yani "Osmanlıların Dünyası" diyeceğimiz kavramı haklı kılmaktadır. Batıda bugünkü Macaristan'dan başlayan sınırlar, doğuda Gürcistan'ı kapsamakta, Ukrayna ovalarından bugünkü Habeşistan'ın kuzeyine yani Habeş eyaletine kadar uzanmaktadır. Nihayet 16. yüzyılın akışı içinde Garp Ocakları dediğimiz Kuzey Afrika'daki Cezayir, Tunus ve Libya, Yemen'e kadar uzanan Kızıldeniz havzası ve Basra Körfezi bu büyük coğrafyayı tamamlamaktadır.

Bir tasavvur edelim: Karşınızda bütün dinleri ve inanılmaz sayıdaki dilleri kapsayan bir imparatorluk söz konusu. Bu imparatorluğu gezebilen, görebilen, öğrenebilen insanın eğer zekiyse ve üstün zekâlıysa yaratıcılığının muhteşem olacağına hiç şüphe yoktur. Bugün bile bu imkâna sahip bir zümre yoktur. 16. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu, askerî bir imparatorluktur ve askerî hayatın zaruretleri içinde belirli bir zümre çok şeyi keşfederek, süratli olarak öğrenebilmekte ve yeni modeller ortaya koyabilmektedir. Bu büyük dinler, diller, ırklar haritasının 18 ve 19. yüzyılın sömürge imparatorluklarıyla da pek alâkası yoktur. Çünkü bu imparatorluk, bir memleketler bütünüdür. Burada yaşayan insanların yatay olarak bir eşitliliği söz konusudur. Teorik olarak ve pratikte de en ücra köşedeki insanın yükselebilme ve devletin merkezindeki karar organlarına oturabilmesi söz konusudur. 

Şer'î hukukun yanında saygın ve örfî bir hukuk vardır. Aynı zamanda Hıristiyanlar ve Museviler için kendi cemaatlerinin hukukunun uygulanması söz konusudur. Hatta Rum Ortodoks cemaatı için "Turkokratia"dediğimiz dönem, yani Geç Bizans hukukunun metinleri ve içtihatlarının devamı söz konusudur. İmparatorluk büyüktür; ama Yeniçağın imparatorlukları gibi sivil hayatta bir israf henüz söz konusu değildir. Doğrusu imparatorluğun zenginliğini doğuran kaynaklar ve bu kaynakların kullanımında kamusal otoritenin, kamu yönetiminin, idarenin heykelleşmesi, soluklaşması ön plandaki endişeydi. Güzel binalar; camilerdi, sebillerdi, medreselerdi, büyük kapalı çarşılardı. Şurası çok açık bir keyfiyettir; 16. yüzyıl Istanbulu'nun, zarif de olsa en güzel ve zengin, binası Topkapı Sarayı değildir. 1500'lerde bir sancak beyinin geliri 12.000 altın civarındaydı. Bursa'nın en zengin tüccarının terekesinden ancak 4.000 akın çıkmıştı. Halil İnalcık hocamız söylemektedir; henüz devletin idaresini, toprağın idaresini elinde tutan sınıflar en güvencede, en zengin kısımdır ve bunlar bu dünyayı yaratıyordu. Aynı şekilde zengin bir maaş imkânına sahip olan ulema sınıfı da; bu imkânı yeni eserler bina etmekte kullanmıştır.

Osmanlı toplumunda mimarlık basit ve inşaat ustalığı değildi. O zamanlar otorite vardı. Binaların boyu, sokaklara bir şehnişininin (balkon) taşıp taşmayacağı, bunun ihlali halinde anî bir yıkım kararı, mimarbaşınm elindeydi. Bundan dolayıdır ki, Sultanahmet Meydanı altındaki sarnıçların korunması için yüksek binalar yapılmaması, 19. asır sonuna kadar uygulanan bir kuraldı. Ancak 19. asırda ve bilhassa 20. asırda buralarda bu kuralı ihlâl eden binalar ortaya çıkmıştır.

Fonksiyonları ve örgütleniş biçimi itibariyle Hassa Mimarları Ocağı, Yeniçeri Ocağı'nın bir parçasıydı ve buraya giren insan belirli bir kültürün, emperyal Osmanlı kültürünün kompartımanı içinde erir, kendine özgü bir kişilik kazanırdı. Bu kişiliğin içinde büyük dehalar ortaya çıkmıştı.

Sinan Ağa'nın eserlerinin sayısı halen tartışılıyor. Kayıpların ve kendi eserinin dışında nasıl bir tasarım yaptığı tartışılıyor. Elimize geçen planlar yok ama plan ve kroki için kâğıt defterleri var. Bundan başka, Sinan Ağa'nın lego benzeri takımlarla her gün maket yaptığı, bu maketleri geliştirdiği, etrafı gözetlediği biliniyor. Hiç şüphesiz ki, demir yolu yoktu, tayyare de yoktu. Mimar Sinan Ağa'nın dört bir kuşağa yetişmesi, yani bu mimarî generalin, istihdam generalinin imparatorluğun dört bir tarafına koşuşturması, buradaki eserlerin inşasını bizzat gözetmesi mümkün değildir. Çok açıktır ki, bir ekol sahibidir. Onun üslûbunu ve tekniğini kavrayan ustalar, diğer mimarlar ve kalfalar vardır.

O yüzdendir ki, dört bir köşede, hatta bazen bizzat gidemediği yerlerde onun izini, perspektifini taşıyan yapılar yükselmektedir. Mimar Sinan imparatorluk coğrafyasına, imparatorluğun sanatına kendi üslûbunu ve merkezi bir Osmanlı havasını veren dâhidir. Bugün Süleymaniye semti, onun sevimli mütevazı türbesinin bulunduğu semt bu yaratının, bu üslûp beraberliğinin, orijinalliğinin zirvesi sayılır...

Süleymaniye, 1.5 kilometrekare alanıyla bizim kimliğimizdir, nüfus kâğıdımızdır. Bizim bu memleketteki tapumuzdur. Buradaki lâubalî davranışımız, büyük şehrin hengâmesine bu muhiti bırakmamız düpedüz bir intihardır. Üstelik gelecek nesillere karşı bizi utandıracak bir intihar olduğunu söylemek gerekir.

Sultanahmet'te Turing Kulübü'nün onardığı Yeşil Ev dediğimiz konak, bugün otel olarak kullanılmaktadır. İçine Milano mobilyaları monte edilmiş; bazıları orijinal bazıları değil. Ama yok olmakta, yıkılmakta olan bir Sultanahmet atmosferini canlandırabilen kurumların başında bu kulüp geliyor. Soğukçeşme Sokağı, bizim gençliğimizde dahi bir yıkıntı olarak gördüğümüz bu sokak, şimdi o ortamı anlatabilecek ve İstanbul'a gelenlerin sükûnet içinde dinlenebilecekleri, kalabilecekleri bir yer olarak ortaya çıkmıştır.

Soğukçeşme Sokağı'ndaki evlerin birinde İstanbul'un sayısız hazinelerinden biri sayabileceğimiz bir İstanbul kitaplığı, yani Çelik Gülersoy'un şahsî kütüphanesi yer alıyor. Bu kütüphanenin özelliği; İstanbul hakkındaki yerli yabancı seyahatnameler, Bizans ve Osmanlı dönemi üzerindeki monografilerden oluşan zengin bir kütüphane olmasıdır. Defter-i Hakani Hukuk Müşaviri, yani eski Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Hukuk Müşaviri olan Hasan Tahsin Efendi'nin konağı da bu civardadır.

Hiç şüphesiz ki Ayasofya ile Soğukçeşme arasındaki en önemli eser klasik devirden kalma Cafer Ağa Medresesi'dir. Türk Kültürüne Hizmet Vakfı'na tahsis edilen bu medresede, bugün hat, ebru gibi Osmanlı sanatlarıyla ilgili dersler verilmekte, sergiler açılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder