24 Ağustos 2017 Perşembe

İstanbul Tarihinden Esintiler

"Be makam-ı Konstantiniyye el Mahmiyye..."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün fermanlarında ve kayıtlarında şehrin adı böyle geçerdi: Konstantiniyye; "korunmuş makam"... Memalik-i Mahrusa'mn korunmuş ülkelerinin merkezi Konstantiniyye bütün Arapların tarihinde, İslam tarihi boyunca bu adla anılırdı. Kimse şehrin kurucusu olan hükümdarın ne adını küçümserdi, ne de inkâr ederdi. Hiç şüphesiz ki bu resmî ad, sadece resmî işlemlerle sınırlı değildi. Son döneme kadar, basılan bazı kitapların ilk sayfasında "Konstantiniyye... matbası" künyesi vardır. Büyük Konstantin'in adını taşımaktan dolayı Osmanlı İstanbul'u hiçbir zaman yüksünmüş değildir. Dolayısıyla bu konuda bir hassasiyete de lüzum yoktur.

Vakıa mütareke döneminin tatsız günlerinde Konstantin isminin Türkleri rahatsız etmesinden daha normal bir şey yoktur. Çünkü işgal kuvvetleri içinde yer alan Yunanlılar küçük Yunanistan'ın Kralı Konstantin'le tarihteki büyük Konstantin'in ismini birbirinin yerine koymaya çalıştılar. O yüzden resmen bu isim silindi. Hiç şüphesiz ki büyük şehrin başka adları da vardı. Bir kere İstanbul dördüncü asırda resmen kurulduğundan beri yeryüzünde onun kadar büyük bir şehir, ancak İtalya'daki Roma'ydı ve bir iki asır içinde İstanbul istikrarlı, zengin, kuvvetli bir imparatorluğun merkezi olduğu için, Nea Roma yani "Yeni Roma" eskisini gölgede bıraktı; eskisi çöktükçe, fakirleştikçe, dağıldıkça, nüfusu azaldıkça yenisi ona inat genişlemeye başladı.

İstanbul, Peter Coek

İki asır sonra ise yeryüzünde bundan daha büyük bir şehir düşünülemezdi. Mısır'daki Aleksandria (İskenderiye), İtalya'daki Roma, dini bir merkez olduğu için hacimce büyük olmasa da Kudüs, eski Suriye'nin ihtişamını pek taşımasa da Antakya ve Atina ise harabeler halinde bir şehirdi. Yeryüzünde İstanbul kadar ihtişamlı başka bir şehir bulmak pek mümkün değildi. Emeviler'den sonra Şam, Abbasiler'den sonra Bağdat, satvetli devirlerinde İran'ın İsfahan ve daha evvel Kazvin, Nişabur gibi şehirler belki büyük şehirler sayılabilirdi. Ancak, şurası bir gerçek ki bin yıl boyunca İstanbul'dan daha parlak bir şehir yoktu.


Altıncı asır ortasında Miletli ve Aydınlı (Tralles) iki mimar Anthemios ve İsidor yanan bir kilisenin ve İlahi Hikmet anlamındaki Ayasofya'mn yerine bugünkü bildiğimiz büyük mabedi, büyük kiliseyi bina ettiler. Vakıa, bu mabet belki, 16. asırda Sinan'ın önemli destek ve yenilemesi olmasa günümüze zor uzanırdı. Ama beşeriyet ilk defa kubbeyi sütunlar ve kemerler üzerine bina etmeyi becerdi ve bir daha bunu bırakın başka milletler, Bizans halkının, Romalıların kendileri dahi geliştiremediler. 16. ve 17. asırda Osmanlı başkentini süsleyen büyük mabetlerin yapımına kadar Ayasofya'yı geçecek ne bir yükseklik ne de kubbe genişliği söz konusu olmuştur.

Tabii İtalya'daki Rönesans mimarisini de göz ardı etmeyelim; ama yaklaşık bin sene İstanbul hem bu büyük mabediyle hem de bizzat kendisi milletlerin dikkatini çekmişti. Ona gitmek, onu gezmek, onu görmek bir imtiyazdı. İtalya'nın, Yunanistan'ın, Suriye'nin, Kafkas ülkelerinin, Kırım'ın, Uzak Rusya'nın hatta o zaman tamamıyla toplayıcı ve avcı milletlerin yaşadığı İskandinavya'nın bazı imtiyazlıları İstanbul'a gelmeyi bir saadet addederlerdi. İmparatorluğun muhafız kıtaları arasında bulunan Varegler dediğimiz Rus ve İsveç takımını unutmayalım. Nihayet hac için bu şehre gelen Ruslar onu hayranlıkla ve hayretle tasvir etmekten geri kalmamışlardır.

Bütün Avrupa kıtasında İstanbul, yani Konstantinopolis ile yarışabilecek bir şehir yoktu. Nasıl olsun ki; en parlak zamanlarında Kolonya, yani Köln on bin nüfusa ancak ulaşmıştı. İtalya büyüyen şehirlerin yaşadığı bir bölgeydi; ama orada bile güzel Venedik, Pisa, Eski Roma ve gelişmekte olan Floransa, İstanbul'la yarışmak için ancak on beş ile on altıncı yüzyılı beklemek zorunda kalmışlardı. Onun yapılarına ulaşmak mümkün değildi. Bu yüzden eski İmparatorluk zamanında şehri ifade etmek için sadece "Urbis", (Urb, yani şehir kelimesi) kullanılıyorsa bu yeni şehrin adını da "polis", sadece şehir diye ifade etmek yetti. Bundan dolayı "şehre, şehirde" anlamında kullanılan Stinpoli, İstanbul'un eski adı olarak ortaya çıktı. Müslüman Emevi kuşatmasında Istinbol deyimi yerleşti. Zamanla bu şehrin eski ismine benzeyen bir kelimeyi de Türkler kullandı. 18. yüzyılda bazı kitabelerde, mezar taşlarında, hiç şüphesiz fermanlarda ve kayıtlarda kullanılan tslambol kelimesi vardır. Bu, şehrin âdeta İslamlaştığımn, İslam adı taşıdığının bir ifadesidir. 18. yüzyılın garip bir etnik bilincidir ve isim çok fazla yaşamamıştır. 19. yüzyılda kullanılmamıştır. Osmanlı İstanbul'u mutantandı, görkemliydi, bütün doğulu ve batılı milletlerin gözü o şehrin üzerindeydi. İran'da, İsfahan, Orta Asya'da, Müslüman Hindistan'da, Delhi gibi belki böyle kalabalık şehirler vardır. Buna rağmen, İstanbul'un nüfusundan çok zenginliği, orijinal mimarisi, kütüphaneleri dikkati çekerdi. Develer dolusu kervanlarla bu şehre kitap taşınırdı. Kütüphaneleri dolmaya başlamıştı. Bizzat İstanbul'un bu zenginliği muhtelif milletlerin dillerinde, muhtelif isimlerle anılmasına neden oldu: Asitane, Darü's-Saadet, Der Aliyye (Yüce Ev), Darü'l-hilafetü'l Aliyye, Der-i Saadet veya Der-Saadet gibi son zamanlara kadar halk arasında kullanılan isimler. İsimler saymakla bitmiyor. Slav milletlerin dilinde onun adı Tsarigrad'dı (Çar'm, imparatorun yaşadığı şehir). Hâlâ bugün Bulgarca'da bu ismin kullanıldığını görürsünüz. Bildiğim kadarıyla Sofya Havaalanı'nın bekleme salonundaki mozaiğin üzerinde İstanbul, Tsarigrad diye gösterilmektedir.

Bu isimlerin hiçbirisini reddetmemeliyiz. Çünkü hepsi bin sene boyunca bütün dünyanın tek ve büyük metropolü olan şehrin adıdır. Bu şehri almak isteyenler çoktur. Onun muhteşem surları buna mani oldu. Bu şehri top kullanarak, yani modern çağın ateşli silahlarını kullanarak bizim dedelerimiz ele geçirdiler ve ondan sonra da bu şehri korudular. Önce eski büyük kiliseleri camilere çevirdiler, bu bir korumaydı. Sonra yenilerini yaptılar ve yenileri 16. yüzyılda şahikasına ulaştı.

İstanbul kendine göre bir nüfus politikası takip etti. Şehri kalabalıklaştırmak için Anadolu'dan zorla götürülenler sadece Müslümanlar değillerdi; Karaman bölgesinden Türkçe konuşan Hıristiyanlar, yani Karamanlı dediğimiz Rumlar, sonra Helence konuşanlar ve nihayet Ermeniler. O kadar ki Ermeni tarihinde ve dini hiyerarşisinde, hiç yeri olmadığı halde, İstanbul bir patriklik, hem de bütün Ermeni milletini yöneten bir patriklik olarak teşkilatlandırıldı.

Nihayet 15. ve 16. yüzyıllarda yoğun Yahudi göçüyle İstanbul ve Selanik, Yahudi dünyasının en önemli iki merkezi haline geldiler. Bu şehrin adları onun çeşitli milletlerin efsanelerinde, masallarında yaşadığını gösterir. Halen bugün için bile hiçbir memleket, hiçbir şehir başka milletlerin folklorunda bu kadar yoğunlukla anılmaz. Bunun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor.

İstanbul düğün dernek şehriydi. Bu şehirdeki protokol ve törene başka milletlerde rastlamak pek mümkün değildir. Unutmayınız ki 16. yüzyıl boyunca Avrupa saraylarına hükmeden İspanyol protokolüydü. Fransız saray adabı, protokolü ancak 17. yüzyılın sonunda, 18. yüzyılda, yani 14. Louis'ten itibaren başka milletleri etkilemeye başlamıştır.

1940'ların sonunda, Avrupa'daki bir rektörler toplantısına katılan o zamanki İstanbul Üniversitesi Rektörü merhum hocamız Sıddık Sami Onar, "En eski üniversite benim. Onu ben temsil ediyorum; dolayısıyla protokoldeki yerim de öncelikli olacaktır" demiştir. Tabii daha Theodosius devrinden beri gerçek anlamda üniversiteye sahip bu şehre de Sorbonne, Prag ve Cambridge'ler öncelik vermek durumunda kalmışlardır.

Bütün orta zamanlar boyunca milletleri hayran bırakan ve onların taklit etmeye çalıştıkları tek yer Konstantinopol, yani bizim Bizans İmparatorluğu dediğimiz yerdi. Bu şehrin törenleri, anlatılsın, öğrenilsin diye kitaplara konu olmuştu. Bizzat imparatorlar, törenlerin usulü hakkında kitaplar kaleme almışlardır: İmparator Konstantin Porfirogenetus'un 10. asırda kaleme aldığı De Ceremonüs Aulae Byzantinae'i gibi. 15. yüzyıldan itibaren bu imparatorluk protokolü hiç şüphesiz ki Osmanlı ananesiyle devam etmiştir.

Bu şehirde hükümdarın nasıl yaşayacağı, sarayda devlet adam' larıyla günlük teması, nasıl yemek yiyeceği, muayyen günlerde, bilhassa Cuma günleri Cuma namazına gidilirken selamlık dediğimiz törenin nasıl yapılacağı en ince ayrıntısına kadar tespit edilirdi. Ve bu sadece imparatorluğun halkı için değil, bütün islam dünyası için çok önemliydi. Unutmayın ki, Cuma günleri bir törenin ötesinde bir adaletin tecelli günü, halkın en alt katmanındaki insanlarla, uzak köylerle hükümdarın ve vezirlerin temasa geçtiği gündü. Rikab-i Hümayun dediğimiz, padişah atla geçerken onun güya eğerini yakalayarak verilen, takdim edilen arzuhallerin içinde sırf Türkçeleri değil bir alay Slav dillerinde ve Helence olanları vardı. Bu, 19. yüzyılda dahi devam eden bir ananeydi. Bunları arşivde de görmek mümkündür. Dolayısıyla imparatorluk bir dünya imparatorluğuydu ve İstanbul da o dünya imparatorluğunun başkentiydi.

Her tören bunu göstermek için bir vesileydi. Meselâ, üç ayda bir yeniçerilerin ulufeleri verilirdi. Bu mutlaka sarayda verilirdi. Her yeniçeri ortasına teslim edilecek maaş, büyük deri torbaların içinde hazır tutulurdu ve ortanın ileri gelenleri, zabitleri orada toplanırdı. Binlerce kişinin çektiği "gülbank" ve çıkardığı "gulgule" gayet düzenli bir gürültüydü. Biz bu gulguleyi şamata, düzensiz gürültü anlamında kullanırız; ama o zaman öyle değildi. Ulufe dağıtımı sırasında atılan sloganlar, bir nevi gösteriler, sarayda avluda bulunan yabancı elçileri büyülerdi. Çünkü o gün istanbul'daki sefaret heyetleri de orada hazır bulunurdu. Bu çok önemli bir gündü. Cülus alayı şehrin içinden geçilerek yapılan yürüyüşle vuku bulurdu. Aynı şekilde padişah Eyüp'te kılıç kuşandıktan sonra, şehrin her tarafından geçeceği ve görüleceği bir güzergâh, karadan veya sudan takip edilirdi.

Ramazan ortasında padişah, Müslümanların halifesi olarak, törenle Hırka-i Şerif ve mukaddes emanetleri ziyaret eder, bundan sonra törenle Hırka-i Şerif alayı tertip edilirdi, işte dini yanı ağır basan bu törenden sonra; saray mutfaklarında hazırlanan ve yeniçeri, sipahi, topçu ve cebeci gibi Kapıkulu Ocakları askerinin her on neferine bir tepsi hesabıyla hazırlanan baklava sinileri, futalarına sarılmış olarak Matbah-ı Amire önüne dizilirdi. Bu Ramazan ikramını oluşturan sinilerin ilkini, silâhdar ağa ve mahiyeti, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına teslim aldıktan sonra, diğer ortalardan gelen ikişer nefer futalarına sarılmış birer siniyi nizamî olarak yüklenir; her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri önde, baklava sinileri ve taşıyanlar arkada, açılan kapıdan dışarı çıkarlar, baklava alayı gulgule ve nümayiş ile Divanyolu'ndan karşılıklı sıralanmış halkın arasından alkış ile kışlalara yürürdü. Sini ve futalar ise ertesi gün iade edilirdi.

Sultan hanımlara düğün yapılırdı. Şehzadelere ise sünnet düğünü yapılırdı. Yani şehzadeler evlenirken düğün yapılmıyor. Bu Yılmaz Öztuna tarafından belirtilir... Fakat şehzadelere mutlaka mutantan sünnet düğünü yapılıyor. İşte o sünnet düğünleri şehrin esnafının, ulemanın, askerin gulgulesi, gösterişi için diğer bir vesileydi ve o günlerce devam eden zengin düğün töreniyle de İstanbul halkı ortaya çıkar, sanatkârlar, canbazlar ortaya çıkar, esnaf alaylarıyla bir nevi üretim teşhir edilirdi. Bunların hepsi bin yıllık şark âdetleriydi. İran'da, Bizans'ta benzerleri görülürdü; fakat en mütekâmili Osmanlı Istanbulu'ndaydı. 19. yüzyılda bu âdetler değişmiştir ve İstanbul yeni bir döneme girmiştir. Bu ne demektir? Bir kere artık halkla saltanatın teması başka kalıplara dökülmüştür. Gerçi gene eski âdetler devam etmektedir. Meselâ, Cuma selamlığını herkes seyrederdi. Kadınların da seyredebilmeleri için yer hazırlanırdı. Asayişe dikkat edilirdi. Cuma selamlığındaki selam kıtalarında sadece Müslümanların değil, başka dinden yani millet gruplarından çavuş, mülazım ve neferlerin de bulunmasına dikkat edilirdi. Çünkü Cuma selamlığına çıkan imparator yani bizim padişahımız, son Roma hükümdarı, yeryüzündeki bütün bu milletlerin hükümdarıydı. Dolayısıyla milletler, kendisine ihtiramlarını (saygılarını) arz etmek durumundaydılar. Cuma selamlığı aynı zamanda imparatorluk protokolünün heykelleştiği bir yerdi. Dolayısıyla başkentteki sefirlerin, hatta memur olmayan ecnebilerin de bunu seyretmesi imkân dâhilindeydi ve bu imkân hazırlanırdı.

Meselâ, bir köşede de birtakım ecnebi hanımların, madamaların toplandığını ve töreni seyrettiğini görürdünüz. Bunun gibi bir başka önemli törende Kılıç Alayı idi. Eyüp'ten kılıç kuşanmış padişahın şehre makamına doğru yürüyüşünü düşününüz. Son güne kadar bu gerçekten çok dikkati çeken bir törendi. O kadar ki bunun kudsiyeti sadece bu toplumda değil, bütün dünyada tanınmak zorunda kalmıştır. I. Dünya Savaşı içinde son padişah tahta çıktığı ve cülus törenini yaptığı gün kılıç kuşanmıştır. O zaman İngilizler şehri bombardıman altına almıştı. Çiviler ve elle bomba atıyorlardı. Alay, Eyüp'ten yürümekteydi. Sultan VI. Mehmed Vahideddin; "Bugün şehir bombalanmaz" demişti. Hakikaten o gün bomba atılmadı. Çünkü bu bir protokoldü ve harbeden devlet dahi olsa Osmanlı İmparatorluğu büyük devletlerden biriydi. Düşman cephesi, onun hükümdarına da, tahtına da saygı göstermekteydi. İstanbul'daki törenler, emperyal protokol bütün şark dünyasının bir manzumesidir. Bunun üzerinde durmak gerekir. Maalesef henüz teşrifat üzerinde araştırmalar büyük ölçüde tamam değildir. Ama günden güne bunlar anlaşılmaktadır.

19. yüzyıla kadar kimseye burnundan kıl aldırmayan İstanbul, aklımızı başımıza toplarsak gene de aldırmaz. Potansiyeli bu kadar yüksek, gelişmeye bu kadar müsait, bu kadar güzel ve bu kadar zengin mirasa sahip başka şehir nerede? Hangi şehrin böyle bir silueti var? İstanbul'un dışı cihanı yakar, içindeki keşmekeş de bizi. Elli senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz ama gene de güzel.

Onun için İstanbul'un bu olaylarının geçtiği bölgeleri çok iyi korumamız gerekir. Neresidir bu bölgeleri Sultanahmet, Divanyolu dediğimiz, yani Sultanahmet ile en azından Aksaray'a kadar uzanan cadde, Beyazıt Meydanı ve Süleymaniye civarı... Maalesef şu ana kadar korumayı beceremedik. Eğer bu yollan ve mekânları koruyamazsak ne ecdadımızın altı asırlık tarihini, ki bunun beş asrı İstanbul'da geçmiştir, ne de peşimizdeki bin yıllık Roma tarihini korumamız, anlamamız, canlandırmamız mümkün değildir. Ve bu uzun| tarih bizim sorumluluğumuz altındadır. Buralara sahip olan insanların imtiyazları kadar, çekeceği külfet ve altına gireceği yükümlülük; de vardır. Bu üç kilometrekareyi korumak, muhafaza etmek bizim boynumuzun borcudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder