31 Ağustos 2017 Perşembe

Osmanlı'da Lale Devri

Lale Devri, 20. yüzyıl başının ünlü tarihçilerinden Ahmet Refik Bey’in, sonraki soyadıyla Altınay’ın, III. Ahmed devrini anlatan eserine verdiği bir isimdir. Tabii bu bazı yanılmalara da neden olabilir. Evvela şunu belirtelim, ne İstanbul ne de Türkiye laleyi 18. yüzyılda tanımıştır. Lale çok daha evvelki asırlarda Türklerin çok sevdiği, bahçelerinde yetiştirdiği ve Avrupa’ya da tanıttıkları bir çiçektir. O kadar ki Flaman bölgesinden, aslen Hollandalı olan, fakat başkenti Viyana olan Alman İmparatorluğu’nun sefiri olarak Kanunî Süleyman devrinde İstanbul’a ve Anadolu’ya kadar gelen Augier Ghislain de Busbecq’in tanıdığı, sevdiği ve memleketine götürdüğü bir çiçektir. Ve muhtemelen tulpen tulipen [dülbend lalesi] cinsten bir laleden mülhem bir adla “tulpe” olarak adlandırılmıştır.

Bizdeki Lale Devri çılgınlığını andıran çok daha çılgın bir devir, bizden önce Hollanda’da yaşanmıştır. Bu çiçek o kadar yayılmış, o kadar benimsenmiş, o kadar çok yetiştirilmiş, o kadar çok yeni cinsleri türetilmiş ve bu cinsler öylesine sevilmiştir ki –çünkü çok mistik bir çiçektir– bunlara büyük paralar ödenmeye başlanmış ve bu açık artırmalar sonunda insanlar bir nevi kumar histeryası içinde, servetlerini kaybetmişlerdir.

Hollanda’daki bu “Lale Devri”ne kıyasla, Türkiye’nin Lale Devri çok daha masum, çok daha dengeli, çok daha mütevazı kalır. Mistik bir çiçek olan “Lale”nin Arap harfleriyle yazılışında, Allah’ın adının yazılışına benzer bir taraf vardır. Bu yüzden de hattatlar lalenin sadece resmini değil, ismini de yazıya dökmeyi bir marifet addetmişlerdir ve öyledir de. Aslında bugün, yabani lalenin Altaylar’dan gelme bir çiçek olduğu ve tamamıyla Türklere mahsus, milli bir çiçek olarak gösterilebileceği anlaşılıyor. Her halükârda 16. ve 17. asırlarda sevilen ve bilinen lale, Türk motiflerine, Türk hat sanatına, Türk çini sanatına da soyut biçimleriyle aksetmiştir. Biz Türkler laleyi severiz. Çok insanlar, çok milletler sever, ama bizim hayatımızda yeri başkadır.

18. asırda lalenin resmedilişi de değişti, daha klasik biçimini aldı. Üsküdarlı Ruganî Ali Çelebi, fevkalade hoş lale motifleri ve resimleriyle tanınır. Bu devirde bir lale hastalığı her yeri sarmıştır. 18. yüzyıl devlet adamları, aslında galiba pek pahalı sayılamayacak, ama mutlaka Fransa veya Venedik üslubunu taşıyan küçük “kasr”lar inşa ettirmişlerdir. Bunlar bugün perişan vaziyette bulunan, İstanbul’un varoşlarından saydığımız ve tepelerini maalesef imardan kaçak binaların doldurduğu, Kâğıthane semtindeydi. O devirde Kâğıthane deresinin mecraı değiştirildi. Bir tamirat gördü ve burada havuzlar yapıldı. İşte ünlü Nedim’in okul sıralarında, edebiyat dersinde bize ezberletilen şiiri bunu anlatıyor: “Görelim âb-ı hayat aktığın ejderhadan / Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd’e.” Hakikaten Fransız Versailles tarzında bahçeleri ve o lükse ulaşmasa da, bentlerin kenarında arkları, arkların üzerinde ejderhalı fıskiyeleriyle yeni bir semt yaratılmıştı.


Bu durum, hiç şüphesiz ki sıkıntılar içerisinde yaşayan halkın arasında –her şehirde olduğu gibi– dedikodulara sebep oluyordu. Ve maaşları doğru dürüst ödenemeyen yeniçerilerle, şehirdeki serseri takımı bir gün ayaklandığında, Ayvansaraylı’nın da naklettiği gibi, yüzü aşkın kasr bir anda yerle bir ediliyordu.

Lale Devri enteresan yayınlara bile sebep olmuştur. Bunlara sonradan “yayın” diyoruz. Lale Devrinde matbaa Türkiye’ye ilk defa girmesine rağmen, bu kitaplar matbaa konusu olmamıştı. El yazması olarak çoğaltılıyor, okunuyordu, resimleri ve minyatürleri seyrediliyordu. Dönemin biyografi yazarlarından Ubeydullah’ın “Tezkire-i Şükufeciyan” adlı eserinde ilmiye hanedanların en seçkin üyelerinden bahçıvana, kasaba, bir şairden esnafa kadar herkes yer alır.. Adeta bir biyografidir, bir who is who? eseridir. Bu kitapta çok enteresan isimlere rastlıyoruz ve görüyoruz ki İstanbul’un halkı hangi sınıftan olursa olsun, hangi tahsil seviyesinde olursa olsun, lale gibi ilahi bir çiçeğin etrafında toplanıp yeni bir sanat icra etmektedir.

Devrin ünlü lale ve çiçek yetiştiricilerinden birisi Kasımpaşalı Ahmed’dir. Yetiştirdiği çiçeklere Ahmed-i Lale denmektedir. Ahmed’ler sürüyor: Ulemadan Fenarizade Ahmed Efendi… O da Kıbrıs laleleriyle tanınıyor. Gene bir başka Ahmed: Şalgam Ahmed Çelebi. Sıra uzuyor, Uzun Ahmed katmerli laleleriyle tanınıyor. Ve nihayet Sinan Paşazade Süleyman Bey… Zarafetiyle tanınıyor, yetiştirdiği melez soğanlar bazen yüzlerce altın ediyor.

İşte bu hadiseler vakanüvisin kaleminde, çiçek pazarlarındaki esnafın dedikoduları ile şehire yayılmakta ve her yerde olduğu gibi ekmeğini teminde güçlük çeken insanlar lale düşmanı olmaktadır. Devir, gene de Lale Devri dememiştir kendine. Ona o adı veren, başta belirttiğimiz gibi ünlü tarihçimiz Ahmed Refik Altınay’dır.

Çiçeğin, edebiyatın, musikinin bir araya geldiğini düşününüz. Devrin hattatları, onlardan aşağı mı kalıyordu? Onun içindir ki Müstakimzade Süleyman Saadeddin Efendi, Tuhfe-i Hattatîn adlı ünlü biyografiyi meydana getiriyor. Hattatları anlatan bu çapta bir edebî eser çok sonraları, 19. ve 20. yüzyılın büyük adamlarından İbnülemin Mahmut Kemal İnan’ın kaleminden Son Devir Hattatları adlı eserle tamamlanacaktır.

Şehrin her tarafında incelik görülüyor. Daha evvel sadece çeşme yapılırdı. Şimdiki çeşmeler ise bir hat, kabartma ve incelik eseri. İşte uzak semt Beykoz’daki İshak Ağa Çeşmesi. Çeşmenin gövdesinden gelen on lüle ve rengârenk süslemeler bugün bile görülebilir. Gümrük Emini İshak Ağa, 1744 tarihli çeşmesi ile semte sadece bir su kaynağı değil, bir güzellik kazandırmış. Beykoz deyip geçmeyin. Bu devirde kurulan cam fabrikası ve Beykoz işi cam eserler, halen yurtiçindeki ve yurtdışındaki koleksiyonerlerin vazgeçemediği en zarif parçalar. Şehrin her tarafında anıtsal çeşmeler kuruluyor. Bunlar artık ihtiyacı karşılasın diye yapılan cinsten değil. İşte Topkapı Sarayı önündeki ünlü III. Ahmed Çeşmesi. Süslemeleri bir yana, padişahın eşsiz hattı ebedi bir örnek... Çeşmenin mütevazi ve güzel bir eşi de Üsküdar Meydanı’nda, Mihrimah Sultan Camii önünde. İşte size Dolmabahçe Camii’nin karşısındaki Emin Ağa Çeşmesi. Onu geçiniz, Tophane’deki Sultan I. Mahmut tarafından 1732 yılında yaptırılan Birinci Mahmud Han Çeşmesi de denilen Tophane Çeşmesi... Onu geçiniz Azepkapı’nın yanındaki Saliha Sultan Çeşmesi. Bunların hepsi meydanları süsleyen ünlü eserlerdir.

Hele biri var ki insan ona acımadan edemiyor. Bu çeşme Mimar Sinan’ın az bilinen eserlerinden biri olan Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa Külliyesi’ndeki çeşmedir. Belki de bütün 18. asır süslü meydan çeşmelerinin, abidevi fontaine’lerinin kaynağıydı. 16. asra ait bu eser Kanûni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Kara Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bizim kuşak ve daha yaşlıları, Sadrazam Kara Ahmed Paşa Külliyesi’nin bir parçası olan bu nadide meydan çeşmesini hatırlarlar. 1950’lerin sonunda buldozerle parçalandı.

Lale Devri, Türk hayatında, Türk sivil mimarisinde, Türk konak yaşamında, Türk mahalle yaşamında, Türk şehir meydanında yeni bir değişimin ve gelişimin asrıdır. Şehirler ilk defadır ki meydan nedir, alan nedir, bunu görmeye başladılar. Ve belki burada Batı’dan esinlendikleri kadar İran’ın da etkisi oldu. İsfahan’ın ünlü meydanını bizimkiler nasıl olur da tatbik etmezler?

Hiç şüphesiz ki resim sanatında bir canlılık, bir kıvraklık, bir gerçeğe yakınlaşma başladı. Kaynak neresi? Acaba yine Batı resmi mi, yoksa İran mı? 18. yüzyılda Batı resminin atölyelerde, bu işi bilen uzmanlar tarafından öğretildiğine dair elimizde delil yok. O zaman belki henüz Doğu rüzgârlarındaki yeni esinlenmelerin etkili olduğu düşünülebilir. Ama 18. yüzyılda Batı’nın barok üslubunun etkili olduğu açık. Artık binaların cephesi eski devrin şatafatının yerine, daha kıvrak, daha çiçeğe ve tabiata yakın, insanlara daha sıcak gelen bir görünüm kazandı. Bu hiçbir zaman Büyük Sinan devrinin, 16. asrın debdebesine, tevazuuna sahip değildi. Ama değişiklik, toplumların, çok muvaffak olmasa da, en masumane isteğidir ve ondan kaçınmak mümkün değildir. Lale Devri de bizim imparatorluğumuzun ve cemiyetimizin hayatında yeni bir dönemi aksettirir.

Lale Devri dediğimiz dönem, edebiyat tarihimizde, resim tarihimizde ve bizatihi tarihçiliğimizde de büyük değişimlerin asrıdır. Bir kere edebiyat tarihimizde halka yakın bir dilin tarihi olarak bilinir ve burada ortaya konan şiirler aşk, eğlence ve hayata bağlılığı aksettirdiği gibi, bazen yüz kızartacak açıklıklara da gider. Ünlü şairin, Vehbi’nin dizelerinde bunu görmek mümkündür. Ama öte yandan unutmayalım, aynı asır, Galata Mevlevihanesi şeyhliğine kadar yükselen, Şeyh Galib’in eserlerini de yaşamıştır. Buradaki dilin rafine, süzülmüş hali ve tasavvuf felsefesinin ulaştığı yüksek düzey, yerliyi yabancıyı hayran bırakmaktadır ve Şeyh Galib asırlar da geçse sanki yeniden keşfedilen meçhul bir kıta gibi bizim edebiyat ufuklarımızı dolduracaktır. Çünkü henüz doldurmuyor. Galiba bizim onu kavramaya henüz irfanımız yetmiyor.

Bu devrin insanlarının günlük yaşamlarını edebiyata ve ebediyete, yani edebiyat ve sonsuzluğa taşımak gibi bir özelliği var. İstanbul’un, cinayetinden aşk olaylarına, tüccarların yaşamından, yeniçerilerin yaptıklarına kadar belki her gün yaşadığı içtimaî olaylar, hepsi bir şekilde halk hikâyelerinde derlenmektedir. 1950’lerde rahmetli Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Masalları adıyla derleyip halka tanıttığı bu olaylar, aslında 18. yüzyıl insanının dünyaya bakışını ve yaşam biçimini yansıtıyor. Burada artık bir taassup, bir dokunulmazlık yoktur. Onlar da bütün büyük şehir insanları gibi günahkârdır, bütün büyük şehir insanları gibi güzelliği aramaktadır, bütün büyük şehir insanları gibi tüketimin ve lüksün hayranıdır.

Sultanahmet Camii, meydanı ve dikilitaş

Osmanlı Sarayı, yani Topkapı Sarayı 18. yüzyılda önemli bir plastik değişiklik geçirmektedir. Artık 16. ve 17. yüzyılların muhteşem İznik çinileri yerini yeni bir sanata, doğrudan doğruya duvar resmine terk etmektedir. Bunlar bazen çok sevimli örneklerle, bazen de “kitsch” diyeceğimiz başarısız örneklerle ortadadır.

Bir cemiyet değişim içindedir ve değiştiği anda da ortaya her zaman başarılı örnekler koymaz. Ama şurası bir gerçektir ki 18. yüzyılın halkı da, yöneticisi de değişmektedir. Ordunun içinde değişiklikler başlamaktadır. Yeni zanaatlar, yeni dallar, mühendislik, tıb, veterinerlik orduya girmektedir. Hafif topçuluk dolayısıyla askerî nizam değişmektedir. Örnek olarak III. Selim’in inşa ettirdiği ünlü Selimiye Kışlası’nı gösterebiliriz. Topkapı Sarayı binasından bile daha muhteşem ve büyük, askerî bir imparatorluğun ve askerî bir cemiyetin ifadesi. Barok asrın bundan daha güzel bir eserini, değil imparatorluk topraklarında, yurtdışında bile bulmanız zordur. Çünkü sadece büyük değil, güzeldir. 18. yüzyılın diplomasisi de değişmektedir.

Dünya ile birlikte yaşamak zorundasınız, kuralları bilmek zorundasınız. Artık bu imparatorlukta eskinin aksine alışılmadık diplomatlar görülür. Zaten 18. yüzyıl sonunda da Viyana ve Paris gibi merkezler başta olmak üzere yavaş yavaş daimî elçilikler açılmaya başlayacaktır. 18. yüzyılda Osmanlı taşrasında da önemli gelişmeler görülür.

Lale Devri dediğimiz dönem, insanların hayatına, konutlarına aksetmiştir. Hiçbir asırda 18. asır kadar güzel binalar, konaklar görülmez. Şehirler artık kendi hayatlarını kendileri idame etmeye başlar. Balkan şehirlerinde, Şam’da, Haleb’de, Trablusgarb’da, Trablusşam’da yerel yöneticiler kendilerince birtakım faaliyetlerde bulunur, yeni binalar yaparlar.

İşte Akkâ’daki Cezzar Ahmed Paşa Camii. İşte size Şam’daki Kasr el-Azm veya hanlar, işte Trablusşam’daki binalar, Cebel-i Lübnan’daki Dürzi emirlerinin Beytuddin ve Muhtara’daki sarayları, Haleb ve Şam’daki yenilikler, Musul’daki Kotalhalilzadeler’in yaptıkları… Anadolu’da bile, Yozgat gibi yerlerde Çapanoğulları’nın yaptırdıkları cami, hatta çok daha küçük kaza merkezlerinde, sempatik binalar. Rumeli’ye geçerseniz, Moskopol gibi, Saraybosna gibi birtakım şehirlerde, Vidin’de, Varna’da yeni mimarî eserler görürsünüz. Yanya güzelleşmektedir, İşkodra güzelleşmektedir, Kavala güzelleşmektedir. Ve bunları yapanların çoğu yerel yöneticilerdir.

Osmanlı taşrası da, başkentiyle birlikte hayatını ve zevkini değiştirmeye başlamıştır. Dil halka yönelmektedir, halk dili divan edebiyatının içine girmektedir, bu bir değişim asrıdır. Kaleme alınan seyahatnamelerde, hatta Türkçenin güzelliğine vurulup Türkçe öğretmeye kalkan, Jakob Nagy de Harsany (Latince karşılıklı Türkçe konuşma dili rehberi kaleme almıştır) gibi Macarların yazdıkları Türkçe kitaplarında, Franz Meninski (Bugün de kullandığımız ünlü Thesaurus Linguarum Orientalium’u; Türkçe-Farsça-Arapça lûgatların Almanca-Lehçe-İtalyanca karşılıklarını ihtiva eder) gibi büyük alimlerin Türkçe kitaplarında bunları gözlemek mümkündü. 18. asır Türkçesi güzeldir. Kendi kendine âşıktır ve başkaları da ona âşık olmaktadır. Bunu unutmamalıyız. Balkanlar bu imparatorluğun etkisi ve kültürel yapısı içinde ayrı bir kimlik kazanmıştır. Bu, günümüzde daha iyi anlaşılıyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder