30 Ağustos 2017 Çarşamba

II. Viyana Kuşatması ve Sonuçları

II. Viyana Kuşatması, yani 1683 Kuşatması gerçekten bizim tarihimizin önemli bir noktasıdır. Hiç şüphesiz ki muharebeler dizisi yaptığımız Avusturya için de aynı öneme sahiptir. Burada bir terim hatası üzerinde duralım. Bizim ders kitaplarımızda hep Avusturya diye yazılır. Hiç kuşkusuz ki Avusturya coğrafya olarak ve o coğrafyanın içindeki kavim olarak doğruyu ifade etmektedir, çünkü bugünkü Avusturyalılar tarafından da o şekilde benimsenmektedir. Ama aslında bu devletçiğin o zamanki adı Alman İmparatorluğu’dur. Çünkü Avusturya, Alman İmparatorluğu dediğimiz konfederasyonun üyelerinden birisiydi. Fakat işin garibi, bu birliğe giren Avusturya’nın Bohemya ve Macaristan toprakları bunun hep dışında kalmıştır.

İlk önce Türklerin fethi dolayısıyla dışarıda kalan bu arazi, 1686’da bizim elimizden alındıktan sonra da o tarafa dâhil olmamıştır. Bohemya dediğimiz bugünkü Çekoslovakya toprakları için de aynı şey geçerlidir. Çünkü bugünkü Çek Cumhuriyeti’nin toprakları da o zamanki Avusturya’ya dâhildi. Slovakya ise Macar parçası itibariyle Avusturya’ya bağlıydı. Bu birleşik bir devlettir ve bu birleşmede, savaşlardan çok evlilikler rol oynamıştır. Karşımızdaki Katolik bir birlikti ve 16. yüzyılda bir ara bu evlilikler dolayısıyla bir dünya imparatorluğu mertebesine çıkmıştı. Fakat merkeziyetçi bir yapısı olmadığı için aynı derecede siyasi ağırlığı yoktu bu imparatorluğun, oluştuğu gibi kolayca da dağılıyordu. Mesela Avusturya’da Habsburg hanedanından Maximilian, Bourgogne [Burgonya] hanedanının kızı Marie ile evlenmiştir. O zaman Burgonya bugünkü Fransa’nın Dijon ve çevresi, Belçika ve Flandre dediğimiz bölge, yani Hollanda ve Belçika’nın bir kısmını kapsıyordu. Zengin bir devletti. Dokuma ticareti ve sanayiiyle çok zenginleşmişti. Burgonya hanedanında başka evlat olmadığı için, bu evlilik dolayısıyla devlet büyümüştü. Derken buradan doğan çocuk [Güzel Philippe/Felipe] Aragon kralı ile Kastilya kraliçesinin kızı olan Juana ile evlendi, oradan da İspanya veraseti ve bütün o adalar, Amerika kıtasında keşfedilen yerler buraya dahil oldu. O yetmezmiş gibi bu evlilikten doğan iki çocuktan biri olan Karl [Şarlkent], Alman imparatoru seçildi. Bir müddet sonra bu işten vazgeçti. O unvanı kardeşi Ferdinand’a bıraktı ve aynı zamanda da bizim Avusturya dediğimiz sahayı Bohemya’yı ona terk etti. Zaman içerisinde de Habsburglar İspanya’dan çekildiler. Soyları tükendiği için burası Fransa hanedanı olan Bourbonların eline geçti. Ülkeler evliliklerle alınıyor. Hatta Avusturya için meşhur bir laf vardır: “Bırak savaşı başkaları yapsınlar, sen evlen ey mesut Avusturya” (Bella gerant alieni, tu felix Austria nube!) derler.

II. Viyana Kuşatması ve Sonuçları

Bu gibi evliliklerle kurulan devletçiklerde gene hanedanın tükenmesi ve başka türlü olaylarla başka türlü siyasî kombinasyonlara geçilir. Bu bizim devletimizin, imparatorluğumuzun oluşumundan çok farklı bir süreç. I. Viyana Kuşatması 1529 tarihinde, Kanunî Sultan Süleyman devrinde yapılmış, ama zaman uygun olmadığı için [kış yaklaşıyordu] kuşatma kaldırılarak avdet edilmiştir. Bundan aşağı yukarı 150 sene sonra, 1683’te, bu kez padişah değil, Köprülüler ailesinden Damat Merzifonlu Kara Mustafa Paşa büyük bir ordunun başında bu kuşatmayı tekrardan gerçekleştiriyor. Şunu ifade etmek gerekir: Merzifonlu Mustafa Paşa’nın belirli meziyetleri olmasına rağmen, böyle bir orduyu yönetecek ve büyük bir seferi zafere ulaştıracak yetenekte bir mareşal değildir. Yani Türk tarihinde sayısı az olmayan büyük mareşaller içinde yer alabilecek bir tarihî portre değildir.


Nitekim olayın sonunu anlatmaya lüzum yok. Stratejik hatalar yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi Viyana’nın etrafındaki kalelere ilişkindir. Viyana şehrine tepeden bakan bir kale olan Kahlenberg vezirlerin tüm tembihlerine, nasihat ve tavsiyelerine rağmen alınmamış ve ordumuzu arkadan vuran güç, yani Jan Sobieski komutasındaki Lehistan ordusu burada, Tuna’nın yan kolunun karşı yakasında mevzilenmiş ve kuşatma ordusunu sıkıştırmış. Ve felaketle biten o kuşatmanın ardından, felaketler yıllarca peş peşe sürmüştür: 1685’te Uyvar, 1686’da Budin düşmüş, yani bugünkü Macaristan kaybedilmiştir. Osmanlı ordusu 1687’de Mohaç’ta da bozguna uğradıktan sonra Macarların yaşadığı topraklardan sadece Temaşvar elimizde kalmıştır. O da 1718’de Pasarofça Antlaşması’yla elimizden çıkacaktır. 1699’da Osmanlı Devleti karşısında Hıristiyan devletler koalisyonuyla ilk muahedeye oturmuştur. Bu modern anlamda bir muahedenamedir. Ve bu muahedename imzalandığı zaman bilhassa Reisülküttab’lık servisinde çalışanların tecrübeli diplomatlar olduğu anlaşılmıştır. O zamanki Reisülküttab Rami Mehmed Efendi sonradan paşa ve sadrazam olacaktır. Bu bizde dışişleri ekolünün devletin içinde bir nevi yer etmeye başlamasıyla eşanlamlı bir olaydır. Bir konunun üzerinde ısrarla durmakta fayda görüyorum: Karlofça Antlaşması ile biz ilk defa devletlerarası hukuk anlayışına ve Roma hukuku prensiplerine dayanan yeni bir hukukî sistemle muahede yapmışızdır. Bundan sonra artık başkentlerdeki büyükelçilik heyetlerinin nasıl çalışacakları, ne gibi vergileri ödeyecekleri veya ödemeyecekleri, ne gibi muafiyetleri, dokunulmazlıkları olacağı bile buna göre tespit edilecektir. Bu çok önemli bir safhadır.

Asıl önemlisi, artık Orta Avrupa’nın manzarası değişmektedir. Vâkıâ, Venedik zamanında bize kaybettiği birtakım yerleri 1699’da geri almıştır, ama bunları bir müddet sonra elinden çıkaracaktır. Rönesans döneminin büyük devleti, Akdeniz’in ve Adriyatik’in kraliçesi olan, San Marco Cumhuriyeti de denen, o muhteşem medeniyetin sahibi Venedik Cumhuriyeti’nin ikbalini kaybetmekte olduğu artık bellidir.

Nitekim Devlet-i Âliyye, Venedik’e kaybettiği yerlerin üzerinde eskiye dönüşü kısa zamanda sağlamıştır. Henüz yeterince kuvvetli bir devlet olmayan Rusya’ya Karadeniz’de verdiğimiz yerleri de 1711 Prut Antlaşması’yla geri almışızdır. Fakat Avusturya böyle değildir. O vakte kadar iktisadî ve askerî yönden bir varlık sayılamayacak Alman-Avusturya İmparatorluğu bundan sonra Devlet-i Âliyye için büyük bir tehdit oluşturacaktır. Bir kere iktisaden gelişmeye başlamaktadır.

O tarihe kadar kurulan doğu ticaret kumpanyaları iflas eden Avusturya bundan sonra başarılı bir ticaret güdüyor. Tuna mansabında ticaret hacmi çok önemli ve bugünkü Bulgaristan’a kadar, yani bizim Tuna vilayetlerimize kadar uzanan bir alanda hammadde-mamul madde değişimine giriyor ve 20 sene sonra Adriyatik’e inerek orada hepimizin bildiği gibi Trieste limanını tesis ediyor ve Akdeniz ticaretine el atıyor. Bu çok ilginçtir.

Avusturya, porselen gibi, kumaş sanayii gibi yeni sanayi dalları geliştiriyor. Unutmayın ki Cumhuriyet devri şeker sanayii kurmakla ünlüdür. O vakte kadar biz toplum olarak iki kaynaktan, Avusturya ve Rusya’nın şekeriyle beslenirdik. Birinci Cihan Harbi’nde bunun çok sıkıntısını çektik. Bu dönemden sonra Avusturya’nın, bilhassa Macaristan topraklarını da ele geçirmesiyle, Orta Avrupa ve Akdeniz bölgesinde bize karşı bir açılımı başlıyor. Ordular, merkezî ordu safhasına geçmektedir. 18. asrın en önemli özelliği budur. Daha evvel Viyana Kuşatması’na kadar Osmanlı, merkezî orduya sahip tek devlettir. Fatih devrinde 18 bin kişi olduğu tahmin edilen, Kanunî devrinde 120 bin kişiyi bulan, kapıkulu ocaklarından, yani piyade olarak yeniçeriler, ayrıca atlı kuvvet olarak sipahilerden müteşekkil bir ordudur bu. Bunun yanı sıra topçular da vardır. Bu çok önemli. Osmanlı ordusu ateşli silahları kullanan bir ordudur. Cebecilerden oluşan kapıkulu ocaklarının nefer sayısı ve zabit sayısı artmaktadır. Viyana’yı kuşattığımız vakitte rakam 60 bini geçmektedir. Ayrıca sefer için devşirilen, yani tertip edilen eyalet askeri de, tımarlı sipahiler ve zaimler, yani zeamet sahipleri ikişer, üçer, beşer askerle gelmekteydiler. Ordudaki asker sayısı 100 bini aşabilmekte, hatta 120 bine ulaşmaktadır. Bunların iaşe ve ibatesi mükemmel düşünülmektedir. 17. asırda Osmanlı ordusu o bakımdan merkezî seferberlik kabiliyeti ve savaş gücü son derece yüksek bir ordudur.

Yeniçağın mücehhez mühendislik teknikleriyle ve ateşli silahların iyi kullanımıyla da kendini göstermektedir. Özellikle Girit cephesinde bu görülmektedir. Bunlar kılıç-kalkan oyununa benzeyen harpler değildir. Osmanlı orduları kesinlikle askerî mühendisliği ehliyetle kullanmaktadır. Bu çok önemli özellik 18. yüzyılda artık Türklerin tekelinden çıkıyor. Çünkü Avusturya ve Rusya da merkezî yerleşik ordulara sahip oluyorlar, yani kışla bu adamların da hayatına giriyor. Üniforma bu adamların hayatına giriyor ve bir müddet sonra biz de bu teşkilatlanmayı takip etmek zorunda kalıyoruz ve asıl önemlisi, diğer devletler askerî okullar kurmaya başlıyorlar. Bu askerî okullar, askerî mühendis, piyade ve topçu zabitleri yetiştiriyor. Bu yüzden biz de daha 18. yüzyılda kara ve deniz mühendishaneleri dediğimiz iki harp okulu [Mühendishane-i Berri-i Hümayun ve Mühendishane-i Bahri-i Hümayun] kurmak zorunda kalıyoruz ve yavaş yavaş askerî ihtiyaçlar dolayısıyla tababet ve baytarlık gibi branşlarda da okullar tesis ediliyor. Bu iki eski müessese, Türkiye’de bugün başarıya ulaşmıştır, çünkü arkalarında ananeleri vardır.

Demek ki bu dönemde Avusturya’nın ziraatta yeni bir üretim faaliyeti, Tuna mansabında yeni bir ticaret faaliyeti ve Akdeniz’de bir açılımı söz konusudur. Özellikle Toscana Dukalığı da Avusturya devletinin, yani o zamanki Alman İmparatorluğu’nun sınırlarına girmesi bunda rol oynamıştır. Avusturya artık müstakil ve başı çeken ünitedir. Çünkü Avusturya büyükdukaları olan Habsburglar evvelden beri hep Alman imparatoru seçiliyordu. Şimdi İtalyanların da becerisi eklenince, Avusturya Akdeniz’de teşkilatlanabilmektedir. O kadar ki Haleb’de, Latakya dedikleri Lazkiye’de, Hama ve Humus’ta bile, Avusturya tebaası olan İtalyan tüccar aileleri vardı. Bunlar hep burada kaldılar. Bu çok önemli bir gelişmedir.

Şimdi asıl önemlisi korsanlık ki, bu o zamanlar resmî bir deniz politikasıydı. Bizden korsanlığa karşı ahitnameler alıyorlar, anlaşmalar yapıyorlar. Dolayısıyla seyrüsefain emniyeti sağlanabiliyor. Bütün bu özellikler İkinci Cihan Savaşı’na kadar sürecek bir Akdeniz politikasının başlangıcıdır. Birinci değil İkinci diyorum, çünkü İkinci Cihan Savaşı’na kadar Akdeniz’in doğusundaki devletler bahrî politikalarında, yani deniz ticaretinde gerileme içine girmişlerdir. Ve bu ticaret İngiltere, Fransa, Hollanda, giderek Avusturya gibi devletlerin eline geçmiştir. İtalyan birliğinin kuruluşundan sonra yavaş yavaş Avusturya diskalifiye edilmektedir. Ama Batı veya Orta Avrupa hâkimiyeti diyeceğimiz bu gelişmeler İkinci Cihan Savaşı’na kadar uzanmaktadır. Ancak ondan sonradır ki durum değişmektedir. Ve biz bu günlerde bu değişimi yaşıyoruz; aslında çok önemli bir tarihî dönemin içerisindeyiz.

İlk anda II. Viyana Kuşatması’nın ardından Bosna-Hersek ve Tuna kıyısı ülkelerinde merkezî otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Harap kalelerin tamirinde eski merkeziyetçi politikalarının işe yaramadığı görülmüştür. Dolayısıyla burada Devlet-i Âliyye’nin kendisine yeni mekanizmalar yaratması gerekmektedir. Mesela Bosna’da artık şehirlerde mütesellim diye, yerli savaşçılardan, paşalardan seçilmiş sancak beyleri tayin edilmektedir. Bazı şehirlerde zengin tüccar ve âyan şehrin idaresinde büyük ölçüde söz sahibi olmuşlardır. Moskopol (Voskopoje) gibi yerlerde bir adem-i merkeziyetçi dönem başlamıştır. Eski sert merkeziyetçi politikanın dışına çıkılmıştır ve bu yüzden de dış ticaret çok rahat gelişmektedir. Memleketin içinde kıtlık, askerî nizamda sarsıntılar başlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu da bunları düzeltmek için ciddi anlamda reformlara girişmiştir. O yüzden 18. yüzyıl, özellikle de Lale Devri ve ta Tanzimat’a kadar giden dönem bizde çok az bilinen, ilmî tarihçiliğin az tetkik ettiği okul tarihçiliğinde de oldukça yanlış ve baştankara anlatılan, ama modern Türkiye’nin oluşumunda, devlet ve millet hayatımızda çok önem taşıyan bir devirdir.

Devşirme sistemi bitmiştir. Artık devlet hayatına Nevşehirli Damat İbrahim Paşa gibi, Ispartalı Halil Hamid Paşa gibi Anadolulu unsurların girmeye başladığını görüyorsunuz. Ordunun yapısı, asıl önemlisi kültür hayatımız değişmeye başlamaktadır. Adeta garip bir batılılaşma ve bunun yanı başında da göze çarpan bir Türkleşme, sanat, kültür ve edebiyat hayatımızda görülmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder