27 Ağustos 2017 Pazar

Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimar Sinan Devri

Kanunî Sultan Süleyman’ın hükümdarlığını tarihçiler imparatorluğun en parlak devri olarak ele almışlar, dönemin kurumları ve toplum düzeni genel bir eğilim olarak imparatorluk tarihinin klasik devri diye nitelendirilmiştir. Bu genel eğilim nedeniyle Osmanlı toplumsal kurumlarının 15. yüzyıl sonuna kadarki gelişimi bir olgunluk dönemine ulaşmanın, sonrası da çürüme ve bozulmanın safhaları olarak ele alınmıştır. Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu’nun idarî ve toplumsal hayatını bu biçimde yorumlamak hiç değilse son yıllarda terk edilmeye başlandıysa da, özellikle 16. yüzyıl Osmanlı mimarisini ve yapı örgütünü bütün Türkiye kültür tarihi içinde en orijinal ve soylu devir diye ele almak eğilimi sürmektedir.

Türk sanatı veya Türkiye sanatı gibi bir yaklaşım izlendiğinde bu tür bir değerlendirme de kuşkusuz tartışma götürür. Bu tartışma götürürlüğe rağmen, kabul edilmesi gereken bir gerçek, Mimar Sinan döneminin gerek Osmanlı mimarisi, gerekse dünya mimarisi için gösterdiği önemdir. Bu dönemin iktisadî, kültürel ve toplumsal şartları etraflıca incelenmedikçe bu olgunun yeterince kavranılamayacağı da açıktır.

Mimar Sinan baş mimar olduğunda ve olmadan önce de mesleğinde yetişirken, bu imparatorluk bir Balkan imparatorluğu olma yanında bir Ortadoğu İmparatorluğu da olmuştu. Hatta 200 yıldır kazandığı ve koruduğu birinci niteliği, ikincinin içinde erimeye başlamıştı. İki yüzyıldan beri Balkan İmparatorluğu olma niteliğini, tarihin akışı ve doğal kültür ilişkileri içinde yavaş yavaş kazanan Osmanlılar, şimdi bilinçli bir biçimde Ortadoğu-İslâm imparatorluğu tipine dönüşmekteydiler. Devletin ulema ve ümerası, adeta belirgin ve gayretli bir politika içinde bir tür Ortadoğu-İslâm rönesansı yaratıyorlardı. 14. ve 15. yüzyıllara ait Osmanlı vekayiname ve nasihatname edebiyatında, 16. yüzyılda olduğu kadar eski İslâm devletlerini, İslâm toplum ahlâkını, İslâm arazi ve maliye sistemini nakleden kaynaklara atıflar yapıldığı ve başvurulduğu söylenemez. Daha önce pragmatik bir yaklaşım ve yaşayan geleneklere Doğu devlet literatürü okunur ve toplum sistemi benimsenirken, şimdi daha bilinçli bir biçimde İslâm-Ortadoğu modeli ele alınıyordu.

Devletin sınırları Globus Ottomanorum kavramıyla anlatılıyordu. Batıda Transilvanya ve Macaristan’dan başlayan Osmanlı ülkeleri bütün Tuna havzasını Karadeniz’e kadar izlemekte, güneyde Dalmaçya kıyıları, Akdeniz adaları ve tüm Pelepones-Mora’yı içermekteydi. Kuzeydeki sınır Podolya, Eflâk-Boğdan üzerinden Kırım yarımadasını da içererek Ukrayna steplerine kadar uzanmaktaydı. Bu geniş alan, imtiyazlı beylikler, himaye altındaki devletler, merkeze bağlı tımar rejimi uygulanan eyaletlerle birlikte Rumeli bölümünü meydana getirmekteydi. Doğuda, Azerbaycan ve Luristan’dan başlayan sınır güney Kafkasya’yı, kuzey Kafkasya’daki bazı bağımlı devletçikleri, nihayet tımar rejimi altında tüm Anadolu kıtasını, El Cezire, Suriye ve aşağı Mezopotamya’yı kapsıyordu. Arabistan ve imtiyazlı beylik statüsündeki Hicaz topraklarını da göz önünde tutarsak imparatorluğun Asya kıtası mülkleri kabaca belirlenir. Afrika’da ise Mısır, Habeşistan’ın bir bölümü, “Garb ocakları” denen Trablusgarb (Libya), Tunus, Cezayir gibi bağımlı devletçikleri sayarsak imparatorluğun kompozisyonu tamamlanmış olur.


Bütün bu alanda yaşayan nüfus, dil, din ve ırk olarak tarihteki büyük imparatorlukların çok azında görülen bir çeşitliliğe sahipti. Geleneksel Osmanlı Devleti, “British Commonwealth” değildi. İmparatorluk ülkelerinin ve halklarının hepsi rengini ve varlığını sürdürüyordu. Bu birimlerin homojen bir malî-idarî yapıya da sahip olmadığını belirtmek gerekir. Her dini cemaat kendisi için ve kendi içinde yaşıyordu. Şeriat’ın renkliliği yanında örfî hukuk her vilayetin ayrı toprak kanunları, her dinî cemaatin kendi hukuku yürürlükteydi. Rum-Ortodoks cemaati son devir Bizans hukukunu kullanıyordu.

İmparatorluk büyüktü, ama anlaşılan Yeniçağ’ın büyük imparatorlukları gibi zengin değildi. Daha doğrusu imparatorluğun zenginliğini doğuran kaynaklar, bu zenginliği kullanan sınıflar, bu zenginliğin kullanılış tarzı ve günlük yaşama yansıyışı çağdaş imparatorluklarınkinden çok farklıydı. Avrupa, tüccarların zenginleştiği ve şehirlerin idaresini elde ettiği, iflas eden imparator hazinelerine borç vererek devlet yönetimini etkiledikleri bir dünya idi. Bütün yaşayış biçimi, kent düzeni, sanat zevki, mimarî yükselen burjuvaziye hitap ediyordu. Şehirlerin güzel binaları tüccar saraylarıydı, belediye binalarıydı. Ticaret yolları ve hanlar, antrepo mimarisi gelişiyordu. 16. yüzyılda bu burjuvalaşan Avrupa’dan Osmanlı ülkesine gelen Schwebenli Alman papaz Schweigger, “Bütün sahte dindarlar gibi Türkler de Tanrıyı aldatmak için mabetlerini büyük, güzel ve süslü yapıyor. Bizim aksimize oturdukları evlere hiç dikkat etmezler” diyor.

Osmanlı tüccarı ve zenaat erbabından hiç kimse bu imparatorluğun tüketim normlarına, kültürüne ve yaşam tarzına etki yapacak durumda değildi. 1500’lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 12000 altın duka civarında iken, Bursa’nın en zengin tüccarının terekesinden 4000 altın çıkmıştı. Zenginlik ve parlak yaşayış büyük imparatorlukta Batı Avrupa toplumlarındaki gibi ortaya çıkmıyordu. Sözünü ettiğimiz Salomon Schweigger “Paşaların ve beylerin evleri çok kötüdür. Binalarda fazla ihtişam yoktur, kanunlar pahalı ev ve şato inşasına müsaade etmiyormuş, kötü bir ev bile 1000 dukaya çıkar. Böylesi bizde 300 Guldeni geçmez” demektedir.

Evlerin yüksekliğinin ve kaplayacakları alanın sert kanunlarla tesbit edildiği bir toplumdur bu. Mimarlar zengin konut mimarisi, parklar ve özel hanların yapımıyla uğraşmaz. Bizzat mimarbaşı, genişçe tutulmuş ve yüksekçe yapılmak istenen binalara ruhsat vermemek ve izinsiz olarak büyük yapılanları yıktırmakla görevlidir çünkü…

Peki bu toplumda mimarlar zaptiyelik dışında bir şey yapmıyorlar mıydı, yahut da faaliyetleri çok sınırlı bir alanda mı kalmıştı? Şüphesiz hayır. Osmanlı mimarı kamusal anıtları ve tesisleri yaratmakla yükümlüydü ve bu yükümlülük onun faaliyet alanının, sanatçı kişiliğinin ve eğitiminin çok farklı bir açıdan değerlendirilmesini gerektirir.

Süleymaniye Camii. Eugene Flandrin.

Geleneksel toplumda mimarlık basit bir lonca faaliyeti değildir. Gerek fonksiyonları, gerekse örgütleniş biçimi ve yetkileriyle mimar, uzman bir bürokrattır ve yönetici sınıf üyesidir. Kentsel alandaki altyapı tesisleri, ulaşım teknolojisinin düzeyi, ekonomik faaliyetlere dayalı mekân organizasyonu, yapı malzemesi, inşaat işçi ve ustalarının sayısı ve bölgesel dağılımı, azınlık cemaatlerin oturduğu bölgelerdeki mekân sınırlaması ve buradaki farklı yapı denetimi, mimarlığın üstlendiği görevlerdir. Klasik Osmanlı teşkilâtında mimarlık askerî bir görevdir. Mimar, asker ocağında (Kapıkulu ocaklarında) yetişir. Kendilerine hassa mimarları denir. Komutanları da hassa başmimarıdır.

Kanunî devrinin Osmanlı İmparatorluğu’nda Tuna’dan Fırat’a, Ukrayna’dan Afrika çöllerine kadar yapılan her seferde yolları ve su yollarını onarmak ve yapmak, köprüler kurmak, konaklama tesislerini denetlemek onun görevidir. Yetiştiği dönemde hiç kimse mimar kadar üç kıtadaki ülkelerin yapı zanaatını ve plastik sanat eserlerini yakından tanımaz. Kentlerin imar denetimi onun görevidir. Nihayet kentleri süsleyen anıtsal kamu binaları onun eseri olacaktır. Bu eserleri yaparken kendisine yardımcı olan taşçı, doğramacı, camcı, boyacı, badanacı gibi zenaatçılar Ortadoğu ve Balkanlar bölgesinin 5000 yıllık şehir kültürünün yaratıp yetiştirdiği muhtelif dinden ve etnik gruptan kimselerdir.

Kanunî devrinin büyük eseri Süleymaniye Camii yapılırken bu rengarenk Babil Kulesi kalabalığı o binayı yükseltmişlerdir. Çünkü Mimarbaşı Sinan Ağa bütün meslektaşları gibi, imparatorluğun dört bir yanından her gruptan yapı ustası ve işçisini celbettirebilmektedir. Sadece emek sahiplerini değil, malzemeyi de…

Böyle bir ortamda Sinan’ın yetişmesi ve bir okul kurması, imkân dahiline girmektedir. Doğum yeri ve ailesi tanınmayan bu yeniçeriye gâh Kapadokya (Kayseri) bölgesinden bir Hıristiyan veya Türk, gâh Bulgaristan Rodoplarından bir Bulgar denir. Eldeki vesikalarla bu durumun kesin olarak tespiti mümkün değildir ve önemli de değildir.

Koca Sinan, Osmanlı mimarıdır. Osmanlı mimarisi bir imparatorluğun mimarisidir. Bu imparatorluk Ortadoğu ve Balkanlar’ın imparatorluğudur ve tarihteki iki benzerinin, Roma’nın ve Bizans’ın mimarisiyle aynı paralelde olduğu halde Yeniçağ dünyasında şaheserlerini yaratmıştır. Onun hakim kültürü ne salt Anadolu’nun, ne de Rumeli’nindir. O mimarî, insanların günlük yaşama mekânını düzenlemekten çok, bir kamusal görkemi ve devlet çarkını döndürecek gerekleri yerine getirir.

Osmanlı mimarisinde dar ulusal bir nitelik ve kaynak aramak boşunadır. Nasıl Osmanlı tarihi üç kıtadaki ülkelerin ve halkların yazgılarıyla ördükleri bir duvara benzerse, Osmanlı mimarisi de bu tarihin zamanda ve mekândaki müşterekliğinin bir sembolüdür.

Mimar Sinan’ın üslûbu onun öğrencileriyle 17. yüzyılda da sürdü, sonra eridi. Çünkü 18. yüzyıl Osmanlı dünyası 16. yüzyıldaki kadar geniş ve renkli değildi. 18. yüzyılın mimarı bir-iki yüzyıl önceki ocaklı yoldaşları gibi geniş bir dünyayı tanıyamıyordu. Fazladan yöneticiler, sanatçılar ve halk artık imparatorluk mimarisine değil, çağın gerektirdiği bir mimarlık sanatına ihtiyaç duyuyorlardı. 18. yüzyılda Balkan Rönesansı, İstanbul’daki Osmanlı Barok çağı yeni bir dönemin ve yeni bir mimar tipinin doğmak üzere olduğunu gösteren belirtilerdir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder