6 Eylül 2017 Çarşamba

Düvel-i Muazzama ve Osmanlı

Genellikle bizim siyaset ve tarih edebiyatımızda bu terim çok yanlış kullanılır. “The Great Power”i, “Puissances etrangères”i veya büyük devletleri ifade eden, 19. asırda ve 20. asır başında Birinci Cihan Savaşı’na kadar kullanılan bir terimdir bu; Düvel-i Muazzama. Bu Düvel-i Muazzama öyle takdim edilir ki belirgin devletler, İngiltere, Fransa, sonra Almanya, sonra Rusya, Avusturya-Macaristan; bunlar dünya siyasetini yürütmektedirler. Osmanlı Devleti ise, geri kalmış, küçülmekte olan bir imparatorluk olarak bunların arzularına tabidir, hukukî bakımdan da bunlarla hiçbir eşitliği yoktur. Bu terimin ne derece yanlış kullanıldığını görmek için, milletler ailesini, milletler manzarasını çizmekte fayda vardır.

19. asrın sonunda bilhassa Birleşik Devletler, Amerika Birleşik Devletleri, sanayii büyüyen, tarımı ve zengin maden kaynaklarıyla zenginleşen bir kıta olduğu için statüsü değişmektedir. Çin-Japon Savaşı’ndan sonra Japonya’nın kuvvetlendiği ve özellikle de 1905 Savaşı’yla Rusya’yı, hem de donanmalarını mahvederek feci halde yendikten sonra Asya’da durumun çok değiştiği ve Japonya’nın da büyük devletler arasına girdiği açıktır.

Fransa ile Almanya arasındaki Sedan Muharebesi’nde Alman askerî kuvvetleri üstünlüklerini ispat etmiş ve 1871 Versailles Antlaşması’nda Almanya birleşip bir imparatorluk olarak ilan edilmiştir; yani zaferlerinin tasvip edildiği bu anlaşma dolayısıyla büyük Alman Reich’ı ortaya çıkmıştır ve Almanya’nın artık büyük devletlerin arasına girmesi söz konusudur. Nitekim ondan evvel bir Prusya vardı, birçok yerde Bavyera’nın elçilikleri vardı, hatta Palatina, Würtemberg Dükalığı gibi devletçikler vardı. Bunların hükmü artık bitmiştir, Almanya bir imparatorluktur.

Napoléon’un Roma-Germen İmparatorluğu’nu dağıtmasından beri Avusturya zaten bir ayrı imparatorluk olmuştur ve hatta İmparator II. Franz’ın bu yüzden Avusturya İmparatoru olarak I. Franz unvanını aldığı malumdur. 1867’de de Avusturya bünyesindeki Macaristan’la bir eşitlik antlaşması içerisinde ayrılmış; Avusturya ve Macaristan olmuştur. Avusturya İmparatorluğu ve artı olarak Macar Krallığı’na aşağıda sayacağım ayrı ülkeler bağlıdır ve yapılanmaları çok değişiktir.

Böyle bir ortam içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih boyunca ‘orta elçi’ seviyesinde temsil edildiği İspanya da aslında büyük devletlerdendir. Osmanlı, hiçbir zaman onu büyük devlet olarak tanımamıştır. Onlar da Türkiye’yi tanımamıştır. Nitekim Prusya’yla da büyükelçilik düzeyinde birbirimizi tanımamız Berlin muahedesinden sonra söz konusu olan bir olaydır.

Ondan evvelkiler, burada elçi rütbesiyle bulunurdu; mesela ünlü Rusya Büyükelçisi dediğimiz İgnatiev aslında elçi rütbeli bir görevliydi. Tabii şüphesiz ki çok etkiliydi, nitekim Versailles’dan evvelki birleşmemiş Almanya adına burada sadece Prusya elçisi vardı. Prusya Elçisi de elçi olmasına rağmen sözü geçen biriydi.


Büyük devletlerin özelliği şudur: Büyük devletler, büyükelçi teati ederler. Bugün herkesin büyükelçisi var. En küçük Güney Amerika ülkesinin, Okyanusya’daki 25 bin, 100 bin, 50 bin nüfuslu Papua-Yeni Gine gibi birtakım devletlerin bile büyükelçileri var.

İkinci Cihan Harbi’nden sonra bir ara birbirini yarı yarıya tanıyan memleketler, delegasyon, delege ve elçi seviyesindeydiler. Mesela İsrail’le bizim bağlantımız, onları tanımamıza rağmen böyleydi. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’yle olan bağlantımız da böyleydi. Bu ilişkiler de kısa zamanda, bilhassa 1960’ların artık birlikte var olma, barış içinde geçinmeyi farz sayan devletler ailesinde gelişti. Eskiden büyükelçi statüsündeki memurların çok değişik konumu vardı, bayağı politika tayin ederlerdi.

Bu, Hariciye Nezareti’nin genel olarak yazdığı bir memoranduma, bir enstrüksiyona tabi olarak yapılırdı. Mesela Colbert, XIV. Louis’nin nazırı olarak büyükelçilere bir talimat vermiştir. O talimatın içinde ambassadorlar, büyükelçiler, fevkalade yetkilerle politikayı tayin ederler. Aynı şekilde İngiltere, Fransa ve diğerleri. Bu hareket serbestisi içinde bunların notalarla bazı şeyleri protesto etme, bazı konularda ani müdahalede bulunma gibi hakları vardı, yaparlardı.

Birtakım işlere birkaç büyükelçi bir araya gelerek müdahale edebilirdi. Bunu, bilhassa Osmanlı başkentinde yapmışlardır. Rusya’da da yaparlardı, İngiltere’de ve Fransa’da da olmaması için bir neden yoktu. Nitekim bir başkentteki büyükelçilerin kademe kademe bir araya gelerek bazı konularda ortak bir layihayla, o devletin Hariciye Nazırı’na müracaat ettikleri vakidir; bu gibi şiddetli bir protesto veya bir ortak talebe rastlanabilir. Tabii ki büyükelçilerin arasında bugünkü anlamda bir teşkilatlanma söz konusu değildi.

Orta elçi durumundaki insanlar –küçük devletlerin elçileri böyledir– hiçbir zaman protokolde öbürkülerin önüne geçemezler, onlarla eşit değildirler. Bazı konularda büyükelçilerin toplanıp aldıkları kararlar bunlara tebliğ edilirdi, bunlar toplantılara katılmazdı. Mesela Osmanlı başkentinde İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, sonraları Almanya ve daha sonra İtalya gibi devletlerin bu sefirleri bir araya gelip bazı konuları konuşurken ne Belçika’nın ne Romanya’nın ne Yunanistan’ın, hatta ne Hollanda’nın, ne Danimarka’nın, ne İsveç’in, ne Norveç’in elçilerinin bu kararlara, bu toplantılara katılması söz konusudur; ama sonuç onlara tebliğ edilirdi.

Nitekim Osmanlı Balkanları’ndaki ayaklanma yılında, 1875’te, Haliç’te toplanan Büyükelçiler Konferansı’nda bu devletlerin hiçbirinin yeri yoktu. Hatta bunlardan bazıları bu işle ilgili olduklarını iddia etseler bile ancak alınan kararlar onlara tebliğ edilirdi. Burada çok ilginç bir biçimde bazı ahvalde büyükelçi olmasa bile bazı büyük devletlerin elçilik temsilcilerinin de bu toplantılara alındıklarını görürüz. Kimdi bunlar? Bizim devletimizin nezdindeki büyükelçiler hiç şüphesiz en başta Büyük Britanya’dır, ondan sonra Fransa’dır, ondan sonra Avusturya-Macaristan’dır, Prusya-Alman İmparatorluğu’nda, hiç şüphesiz Versailles’dan sonra Almanya’dır, sonra İtalya’dır ve Rusya’dır ve bu büyük devletler nezdinde de bizim de aynı şekilde büyük devlet olarak büyükelçimiz vardı; yani Osmanlı da Düvel-i Muazzama’dan biriydi. Şüphesiz ki 19. asırda Düvel-i Muazzama’nın devletlerinin her biri aynı derecede büyük değildi.

İngiltere büyüktü. Yeryüzünde çok geniş sömürgeleri ve kalabalık nüfusu olan bir devletti. İktisadî vaziyeti fevkaladeydi. Öncü bir sınaî devletti, ticarî devletti, bahrî devletti. Bürokrasisinin işleyişi çok mükemmeldi. Bunu, arşivlere girdiğiniz zaman tutulan kayıt ve raporlardan görüyorsunuz. Dünyanın bazı bölgeleri daha mütehassıs ellerde yönetilirdi; mesela Hindistan İmparatorluğu bir kral naibliğiydi, tacın bir parçasıydı ve burada bir India Office vardı ve meselâ İran’a büyükelçi buradan tayin edilirdi. Büyükelçi İstanbul’a Londra’dan gelir, ama Tahran’ın Basra, Bağdat gibi bazı yerlerin elçi ve konsolosları Delhi’den tayin edilirdi. Bunlar mesela Farsça bilirlerdi; çok ehil büyükelçiler ve diplomatlardı ve etkiliydiler. Raporları da son derece okunmaya değer; tarihçiler bunları okumayı sever.

Bazı büyük devletlerin de inanılmaz bir ağı vardı. Mesela Rusya Osmanlı İmparatorluğu’nda böyleydi. Balkanlar’daki ahalinin onda dokuzuyla benzer bir dilleri vardı ve dinleri aynıydı. Yaygın konsolosluk ağları hiç şüphesiz bir enformasyon, bazı halde de bir kışkırtma aracıydı. Bunların karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu neydi?

Bugünkünden çok daha geniş bir konsolosluk ağımız vardı. Mesela Batum’da, Bakü’de, Kırım’da, Odessa’da, St. Petersburg’da vardı. Moskova’da vardı. Kazan’da bugün de var. Orta Asya’da birtakım temsilcilikler vardı. Bunlar siyasete de aktif olarak katılırlardı.

Tıpkı imtiyazlar, yani kapitülasyonlar gibi, Osmanlı Devleti’nin de bu ülkelerde Türk pasaportu taşıyan birtakım tebaası vardı. Bunlar, bugünkü Endonezya’nın parçası olan Cava’da, Hindistan’da, Orta Asya’da, Kafkasya’da yaşarlardı. Ve bu pasaportu taşıyan insanlar buralarda çalışır. Ya tüccardır, ya iş görür, ya büyük çiftçidir veya bir şekilde bir din adamıdır. Bunlara müdahale edildiği vakit Türk konsoloslar, işe karışırlar, tıpkı burada yabancı konsolosların yaptığı gibi. Bu yüzden İngiliz sömürgelerinde ve Rusya vilayetlerinde persona non grata yani istenmeyen şahıs ilan edilip atılan başkonsoloslarımız vardır ama bunun arkası gelmez.

Bunlar mesela bağış bile toplarlardı. Hicaz Demiryolu’nu bu şekilde kurmuşuzdur ama şurası bir gerçektir: Osmanlı İmparatorluğu, her şeye karışan, her şeyi düzenlemeye çalışan bir büyük devlet değildir. Büyük devlet birtakım meselelere müdahale eden, sorgulayan bir devlettir. İngiltere, her istediğini yapıyor mu başlıca devlet olarak o zaman? Hayır. Ama istemediğini de yaptırmazdı.

Bu çok önemli bir ayrımdır. Fransa, istemediği bazı şeylere de göz yummak zorundaydı. Avusturya-Macaristan çok daha derecesizdi. Rusya’nın birtakım taleplerine karşı gene öbür devletler birleşirlerdi. Alman İmparatorluğu, gürültücü bir çocuk gibi geç kalmış olarak bu camiaya girdi ve çıkarttığı sorunların sonu yoktu ama her zaman muvaffak olamazdı. Bu büyük devletler hiyerarşisi, bunların temsil yeteneği çok başkaydı. Mesela 19. asrın üçüncü yarısında, büyük devletler yerli kamuoyunu da birtakım misyonerler aracılığıyla, birtakım gazeteler veya besledikleri gazeteciler aracılığıyla etkilemeye başladılar. Bu tip operasyonları Osmanlı Devleti güderdi. Avrupa’da birtakım gazeteleri veya yazarları satın alır ve ona göre yazdırırdı.

Salih Münir Paşa’nın bu işlerde çok ehil olduğu, hatta belki malî bakımdan kendisinin de bundan istifadesi olduğu bazı tarihçilerimizce söyleniyor, günahı boyunlarına ama bu anlamda Fransız kamuoyundaki –Belçika nezdinde de akredite bir büyükelçiydi bir ara– bir sürü sorunu hallettiği çok açıktır. Ehil bir diplomat ve kamuoyunu yönlendiren biriydi. Diğer ülkelerde de bunu görmek mümkündü.

Mesela Berlin büyükelçimiz, padişahın ve devletin, Bâbıâli’nin aleyhinde yazan bazı gazeteleri kapattırmıştır. Orada iş daha kolaydı. Berlin’de yönetime şikâyet edersin, bunu Alman Devleti’nin kendi yapardı. İslamiyet aleyhindeki bazı çıkışları önledikleri olurdu. Bunlara önem verilirdi. Aynı şeyleri diğer büyük devletler de bizim nezdimizde yapar ve bazen dozu kaçırırlardı.

Divan’da Başvezir ile bir Avrupa elçisinin yemeği. H. Lalaisse.

Hiç şüphesiz ki bu büyük devlet büyükelçilerinin başkent nezdindeki protesto ve notalarının ölçüsü ve usulü birbirine benzemezdi. Osmanlı başkentinde bir ara ölçüyü adamakıllı kaçırmışlardır. O zaman bunu önlemek için bazı mekanizmalar bulunmuştur. II. Abdülhamid zamanında mesela Arap İzzet Paşa, yahut İzzet Halo Paşa başkente gelen diplomatik temsilciler hakkında, onların özel hayatları hakkında dosyalar tutardı. Kumar mı oynuyor, bazı başka ilgileri mi var, bunları tespit ederdi. Mesela çok düzgün bir adamsa da onu yoldan çıkartmaya bakardı. Böylece şantaj dosyası oluştururdu. Hikmet-i Hükümet icabı yapılan şeylerdir. Bununla Fransa’nın politikası veya İngiltere’nin veya Avusturya-Macaristan’ın politikası tamamen bizim lehimize döndürülecek değildir tabii ki. Bazı halde çok yaralayıcı olan üslub, kaba davranış, şiddetli protesto önlenir, ‘Lütfen sesinizi kısın, Ekselans’ demeye getirilirdi. Başkentteki diplomatik temsilcilerle bazı halde devlet adamlarımızın çok yakınlaştığı bir vakıadır. Tanzimat’ın büyük adamları, Âli Paşa ve Fuad Paşa, çok saygı duyulan diplomatlardı. Mustafa Reşit Paşa, hiç şüphesiz büyük bir diplomat ve Avrupa politikasına, bilhassa Kırım Savaşı’nda yön verecek kadar hâkimdi. Concert d’Êurope yani Avrupa Topluluğu dediğimiz büyük kuruluşa 1856 Paris Kongresi’ni imzalayan büyük devletlerin her biri üye olmuştur. Bununla birbirlerinin hayat ve sınırlarını teminat altına almışlardır. Genelde pek faydası olmamıştır, ama bazı noktalar geliştirmeye de yaramıştır.

Bir Avrupa devleti olarak Osmanlı İmparatorluğu, tıpkı diğerleri gibi kapitülasyon haklarına sahipti. Eğer bunu kullanamamışsa, o başka. Nitekim Rusya da aynı şeyi çok iyi kullanamamıştır. Avusturya-Macaristan dışında belki İtalya da o kadar aktif olamamıştır ama olmaları için hiçbir mani yoktur. Şimdi bu büyük devletlerin arenadaki etkilerini tayin eden iktisadî hayatlarına bakalım. Dedik ki, Amerika Birleşik Devletleri nüfusu itibariyle, kaynakları ve sanayi itibariyle kalkınıyor. Belki de Avrupa devletlerinin çok önünde gidiyor. Gidiyor ama aynı zamanda da kıtanın işlerine karışmıyor. Mesela Osmanlı İmparatorluğu, Amerika ile büyük devlet olarak, büyükelçi teati etmek için ısrar ediyor, hiç oralı değiller.

Amerika, Birinci Cihan Harbi ortasına kadar öyle kaldı. Ancak harbin ortasında Henry Morgenthau orta elçiyken rütbesi büyükelçiliğe çıktı ve biz de o şekilde ilişkiyi yükselttik. Amerika Avrupa’daki başka büyük devletlerle, Britanya’yla mutlaka çok daha önceden büyükelçi teatisine girmiştir ama genelde bu devletin bazı konularda müdahalesizliği söz konusudur.

Osmanlı İmparatorluğu’na siyasi müdahale bakımından Amerika Birleşik Devletleri o kadar aktif görülmüyordu. Kim aktifti? Onun adına İngiltere. Mesela Amerikalı Misyonerler okulu açıyor, yerli makamlar ve hatta yerli kiliselerle problemleri oluyor; çünkü bu Protestanlar. Ermeni patriki şikâyet ediyor, ‘cemaatimizi etkiliyorlar’ diye. Bu misyonerlerin hakkını, hukukunu, ABD temsilciliğinden çok mahalli Britanya konsolosları korurdu. Birtakım gayrimüslim milletlerin hukukuyla da Fransa, Rusya, nadiren de Avusturya ilgilenirdi. 19. yüzyılda Almanya daha aktif olmaya başladı ve Osmanlı İmparatorluğu da bunu hayırhah bir şekilde karşıladı. Bizim nezdimizde çok eskiden beri sefareti olan İran makbul bir memleketti. 16. asırdan beri en şaşaalı sefaret heyetleri Avusturya’dan ve İran’dan gelirdi ve İstanbul’un Müslüman kesimindeki tek sefaret İran’dı. Orada da bayrak çekme bir ara problem olmuştu. Ama İran, büyük devletler arasında sayılmıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder