8 Eylül 2017 Cuma

Osmanlı Başkentinde Bir Semt; Üsküdar

Üsküdar’a, eskiden Yunan, Hellen, Roma zamanlarında Hrisopolis (altın şehir) denirdi. Herhalde yanıbaşındaki Halkedon (Kadıköy) kadar kalabalık bir yerleşim değildi. İşin garip tarafı, İstanbul’da Türklerle meskûn ilk şehrin Üsküdar olmasıdır. Çünkü herkesin bildiği gibi daha Yıldırım Bayezid zamanında burası Osmanlı kontrolüne geçmiş bir araziydi. Fakat ilginç olan, Türkler fetihe kadar buradan hemen hiç çekilmemelerine rağmen, Bizans burada bir hükümranlık iddia ederdi. Bu garip alaşımlı, yani kimin idaresinde ve kimin hâkimiyeti altında olduğu belli olmayan şehirde, her iki unsur, yani bu taraftan gidip oraya yerleşenlerle şehrin yerlileri fevkalade iyi geçinirdi. Seyahatnameler öyle gösteriyor ki, Bertrandon de la Brocquière –ki 1430’larda geçti Osmanlı topraklarından– Üsküdar’dan İstanbul’a geçerken kayıkçılar karşıdan geliyorlar. Yani böyle gümrüksüz, tabii vizesiz bir uygulama var. En azından Bizans-Osmanlı ticareti ve alaşımı, bugünkü bizim Ortakpazar, Avrupa Birliği üyeleriyle yaşadıklarımızdan daha rahat ve daha canlı cereyan ediyor. Üsküdar, çok yanıltıcı bir isimdir. Ecnebi dillerde “Skutari” diye telaffuz edilir. Fakat aynı isim Arnavutluk’taki İşkodra için de kullanılır ve birtakım Osmanlı mühendisleri de Arnavutluk İşkodra’sından Arnavutluk Üsküdarı yahut sadece Üsküdar diye bahsederler. Binaenaleyh ikisini karıştırmayalım.

Üsküdar nedir? Bizim edebiyatımızın, İstanbul edebiyatımızın en canlı, en sevimli köşelerinden biridir. Bugün öyle eski zamanın Mihrimah Camii’nin arkasında, yeşillikler içinde ahşap konaklarla dolu, resim gibi şehri kalmamıştır elbette, ama her şeye rağmen İstanbul yarımadasının, Beyoğlu’nun, Boğaz kıyılarının hayhuyundan sonra Üsküdar çok çekici bir köşedir. İnsan başka bir ortama girdiğini görür; bu Osmanlı Türk motifidir. Mutfak ona göredir. Şu kadarını söyleyeyim: İstanbul’un gıda bakımından ve lokanta bakımından ister ayaküstü yiyin, ister oturun, ister ucuz olsun, ister pahalı bana göre en mutena semtidir. Yani Üsküdar halkı kötü yemez ve kolay beğenmez. O tecrübe etmiştir. Hakikaten İstanbul’un ara sıra gidilecek yeridir. Sahilden girdiğiniz vakit karşınıza Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan için ünlü mimarımızın, Koca Sinan’ın yaptığı cami çıkar.

Bu son derecede ilginç yapı Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyesi içinde yer alan caminin eşi değildir, daha değişik bir tarz uygulanmıştır. Fakat şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İster Avrupa tarafından gelip Edirnekapı’dan girin, isterseniz Anadolu’dan gelin, Mihrimah Sultan sizi karşılıyor. Hakikaten Üsküdar’da önünde koca bir meydan vardı, kervan yolunun başlangıcı oradaydı. Üsküdar’da kervanlar şöyle bir konaklarlar ve Mihrimah Sultan onları camiyle karşılar.

Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı Çeşmesi. Eugene Flandrin.

Şehirde iki tane olan güzel eserlerden birisi de gene bu caminin önündeki III. Ahmed çeşmesidir. Nefis hattı vardır. Topkapı Sarayı önündeki III. Ahmed çeşmesiyle Mihrimah Sultan Camii’nin önündeki III. Ahmed çeşmesinin mimari bakımdan benzerliği varsa da, tabii aynı değiller. Daha da garibi, III. Ahmed çeşmesi çok yakın asırlarda 19. asırda, hatta 20. asır başlarında bile denizden neredeyse elle uzanılacak bir yerdedir. Bugünse meydan doldurulmuştur. Dolayısıyla o güzelim meydanın en önemli özelliği ortadan kalkmıştır. Karşı taraftan baktığınız zaman, caminin önünde, Şemsi Paşa’nın kuş konmaz denen camiine doğru ve diğer yanda da bugün motor iskelesinin bulunduğu tarafa doğru uzanan bir havuz görürdünüz. Bence İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük, en cana yakın havuzlarındandı bu, düşünebiliyor musunuz? İki kıtanın birbiriyle yaklaştığı yer sanki büyük bir barok havuz güzelliğinde.


Üsküdar sahilindeki bu camiler şehre bambaşka bir hava vermektedirler. Biraz öteye doğru gidersek Gülnuş Emetullah [Rabia] Sultan’ın yaptırdığı cami ile karşılaşırız. Osmanlı hanedanı ve tarihi içinde siyasî bakımdan hiç önemli olmasa da, ahalinin Avcı Sultan Mehmed dediği, Sultan IV. Mehmed’in gözdesi, en sevdiği eşi, çok uzun bir süre hasretliği olmuş ve ardından da Lale devri boyunca III. Ahmed ve II. Mustafa gibi önemli hükümdarların sarayında Valide Sultan olarak bulunmuştur. Biliyorsunuz, imparatorluk protokollerinde sadece padişah analarına Valide Sultan denir. Sultan unvanı verilir. Diğer padişah eşleri hanedandan olmadıkları için haliyle onlara sultan denmez. Sultan diye anılması için aslında valide olması lazımdır. Bu önemlidir.

Gülnuş Emetullah Sultan devlet işlerine karışmayan ve bilhassa kayınvalidesi Hatice Terhan Sultan tarafından da bu yolda yetiştirilen, Harem-i hümayunun sanatla, hayır işleriyle uğraşan son derece disiplinli, son derece güzel, saray adap ve erkânını bilen bir üyesidir. Bugün Gülnuş Emetullah Sultan’ın 18. asrın bir harikası sayılan camiinin haziresinde de türbesi yer almaktadır. O taşın üzerindeki adeta kırılmış gül, onun ölümünden dolayı duyulan hüznü ifade ediyor.

Mihrimah Sultan Külliyesi. Thomas Allom.

Sahilden girdiğimiz vakit, Koca Sinan’ın zevkini aksettiren, bir pandantif kutusu kadar zarif Şemsi Paşa Camii’ni görürüz. Buna “kuş konmaz” da denir. Demek ki rüzgâr orada çok hızlı estiği için martılar ve diğer kuşlar caminin minarelerine konamıyor. Bu küçük ama fevkalade sempatik ve insanı ta karşı sahilden esir eden klasik eserin arkasına, şöyle yüksekten baktığınız vakit Rum Mehmed Paşa’nın tipik bir 15. asır eseri olan, büyük ölçüde de Geç Paleologos devri mimarisinin izlerini taşıyan camiini görürüz.

Çok önemli bir devlet adamı olan Rum Mehmed Paşa hiç şüphesiz ki bizim tarihimizde devşirme paşaların iktidarı ele geçirmesini temsil ediyor. Bazılarının zannettiği gibi devşirmelerin Türklükten uzak, hain karakterli oldukları iddiasının ne kadar geçersiz olabileceğini de ispat ediyor. Çünkü Osmanlı bir imparatorluktur ve imparatorluk kendi insanlarını yetiştirir. Tesadüfe bırakmaz. Devşirme dediğimiz bu sistem (ki günümüzde son derece yanlış, üstelik bizim devlet geleneğimizi karalayan bir üslupla kullanılmaktadır. Çünkü merkezî ordu olan kapıkulu ocakları için devşirilen acemi oğlanların içinden en kabiliyetlileri de Enderun’a ayrılmak için devşiriliyor ve bu çocuklar o derecede iyi yetişiyorlar ki sarayda Osmanlı devlet protokolünde yer alıyorlar. Çoğunlukla kervan geçmez dağ köylerinden geldikleri için, geldikleri yerin lisanını ve dinî terbiyesini de unutuyorlar. Hatırlarında sadece geldikleri yerler, aileleri kalıyor. Sonradan isterlerse aileleriyle temasa da geçebiliyorlar. Tam Osmanlı oluyorlar. Müslüman oluyorlar ve bu konuda sadakatleri tamdır. Bazılarında görülen şahsî hırs veya yolsuzluk, bunlar tabii bütün bu sistemi kapsamaz) aslında bütün klasik imparatorluklarda görüldüğü gibi, Osmanlı’nın kendi yöneticisini, askerini yetiştirmesinin ifadesidir. Kontrasta bakınız. Bu Mehmed Paşa’yla aslında yerli bir hanedandan gelen Çandarlı Halil Paşa arasındaki, Çandarlılar arasındaki çekişmeyi düşününüz.

Sahildeki medreseye adını veren Şemsi Ahmed Paşa kimdir? Kastamonu hanedanından gelir. İsfendiyaroğullarından Kızıl Ahmed Bey’in torunudur, yani o da devşirme değildir. 16. asırda demek ki istisnalar vardı. Bazı tarihçiler Şemsi Ahmed Paşa’nın III. Murad’ı rüşvet almaya alıştırdığını ve devlet ağacının kökünü kemiren ilk kurt olduğunu söylerler. Adeta kendi hanedanının intikamını aldığını söyleyip, oğullarını Osmanlı’yı çürüttü diye suçlarlar. Bilinen o ki son derecede zeki adamdır.

16. asırda Avusturya ve İran’dan gelen sefaret erkânına son derecede itibar edilirdi. Bunlar çok iyi ağırlanır ve çok da tantanayla karşılanırdı. Mesela bir keresinde İran’dan bir elçilik heyeti kervanla Mihrimah Camii’nin önüne geliyor.

Şemsi Ahmed Paşa’nın arkasında o yeniçeri grubu solaklar, peykler sorguçlarıyla en pahalı kumaştan elbiselerle gelenleri karşılıyorlar. İran elçisi Mirzakulu Han son derece sivri dilli birisi. “Nedir efendim bu böyle gelin alayı gibi?” diyor. Cevap: “Bize değil sultanım, Çaldıran’dan gelen gelini karşılamışlardır.” Gördüğünüz gibi son derece hazırcevap ve 16. asrın yüksek zevkini taşıyan, kendi de bir hükümdar hanedanından gelen paşanın yaptırdığı cami de bir pandantif kadar zariftir.

Üsküdar’da biraz daha denize doğru, Marmara’ya doğru yürüdüğünüz takdirde, tepede III. Mustafa’nın Ayazma Camii denen camiyi görürüz. 18. asrın bu incisi, Mustafa’nın, padişahın adıyla anılıyor. Şehirde Laleli’yi o yaptırmış, o da onun adıyla anılıyor. Fatih Camii’ni zelzeleden sonra baştan aşağı tamir ettirmiş, tabii o da onun adıyla anılıyor. Buna da Ayazma diyorlar. Ayazma Camii’nin özelliği son derecede ilginç taştan kuş kafesleri olmasıdır. Ve avlusunda da –nadir görülecek şey– sarayın büyük zabitlerinin, silahdar ağaların ve diğer saray zabitlerinin mezarlarının yer almaktadır. Bu mezar taşlarının başlıkları son derecede ilginç ve nadidedir.

Üsküdar’da Kösem Sultan tarafından 1640’ta yaptırılan ve Çinili Cami denen cami ilginç bir tefekkür alanıdır. Genç Haseki 14 yaşında Sultan I. Ahmed’le tanışmış ve bu iki genç çocuğun aşkı gerçek bir Romeo-Juliet gibi, vuslattaki bir Romeo-Juliet gibi devam etmiştir. Sanatkâr padişahın, I. Ahmed’in erken ölümünden sonra Kösem Sultan’ın Eski Saray’a gitmesi ve oğlu IV. Murad tahta çıkınca genç bir valide olarak tekrar geri dönmesi hazin bir hikâyedir.

Ondan sonraki hayatı, icraatı ve huyu değişir. Bu meditasyon zamanlarını, Üsküdar’da Celvetiye tarikatının kurucusu ve padişahlar tarafından son derece de hürmet gören, eli öpülen Aziz Mahmud Hüdai’ye eskiden kocasıyla birlikte ziyaretini hatırlamış olmalıdır ki, Üsküdar onun için mukaddes bir anıya sahiptir.

Üsküdar’ın bir diğer valide camii, Nurbanu Sultan adına yapılmıştır ve Valide-i Atik Camii diye bilinir. Bu caminin külliyesinin bir kısmı Paşakapısı Cezaevi olarak kullanılmıştır, yanı başında da bir askeri rüştiye vardır. Muhafaza edilmiştir, restore edilmiştir. Valide-i Atik Camii çıkıp etrafın gezileceği, 16. asır mimarisinin ve çini sanatının zevkle seyredileceği bir camidir. “Zevkle seyredileceği”ni lafın gelişi söylüyoruz. Yoksa son zamanlarda bu caminin uğradığı felaket bizim için utanç verici olmalıdır. Evvela sanatı sevdiğini zannedenlerden birisi bu mihraptaki nefis 16. asır çini panoları hoyratça kırdırıp söktürmüş ve çaldırmıştır. Polisimiz kendisini yakaladıktan sonra geriye monte edilirken o güzellik maalesef kırık bir kalp gibi gözümüzün önündedir. Ne hikmetse gene bu camiye dadananlar, sözde sanatsever antika meraklıları caminin şamdanlarını çalmışlardır. Vatandaşlarımız, o mahallenin insanları bu eserlere sahip çıkmadığı taktirde hiçbir umut yoktur.

Üsküdar’ı Üsküdar yapan ve başlı başına gezilip görülecek bir semt haline getiren yerlerden birisi de çok geniş sahaya yayılan Karacaahmet Mezarlığı’dır. Karacaahmet’teki mezar taşlarını ve mezarlığı okumak, onların serpuşlarını seyretmek bir meşgale olmalıdır. Ne var ki burası da, mazideki kötü imar planları ve bazı müteahhitlerin toplayıp mıcır yapmaları yetmiyormuş gibi, maalesef hoyrat hırsızların çaldığı taşlarla da günden güne fakirleşiyor. Ne zaman aklımız başımıza gelecek diye soruyoruz.

Eski Üsküdar; valide sultanlar, haseki sultanlar, padişah kızlarının camileri ve bu üç dergah ve Karacaahmet Mezarlığı demektir. 18. yüzyılda Selimiye Kışlası inşa edildikten sonra Üsküdar dünyevileşmiştir. Hiç şüphesiz ki Üsküdar sınırını belirleyen 18. yüzyılda yapılmış Selimiye sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, bütün Avrupa’da örnek olacak bir yapıdır. Barok bir eserdir. Padişahın adını taşır ve Kırım Savaşı sırasında da hepinizin bildiği gibi hastane olarak kullanılmıştır. Florence Nightingale burada hizmet vermiştir. Daha sonraki devirlerde de hapishane de olmuştur. Ama bunların hepsini unutalım ve bu güzel eseri Boğaz’ın girişini, Marmara’yı süsleyen bir kütle olarak görelim. Gerçek anlamda askerî mimari Türkiye’de ölmemiştir ve devamlı yaşamaktadır.

Üsküdar tarihi eserleriyle, dokusuyla İstanbul’un az bilinen ama çok daha iyi bilinmesi, korunması, etüt edilmesi gereken bir semtidir.

Üsküdar, dergâhlarıyla da ünlüdür. Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi şehirdeki şeyhleri Buhara’dan gelen ve Orta Asyalı hacıların hac yolunda uğrayıp konakladıkları üç adet tekkeden en görkemlisidir. Özbekler Tekkesi mahalle sekenesinden olduğum için söylüyorum, huzur içinde oturulan bir mahal ve son yeşilliklerimizdendir.

Tabii ki Özbekler Tekkesi’nin asıl tarihi rolü mütareke dönemine aittir. Anadolu’daki kurtuluş mücadelesini destekleyen tekke ve şeyhleri İstanbul münevverlerinin sığındığı ve Anadolu’ya geçirildiği başlıca noktaydı. Bu gibi merkezlerin her biri eninde sonunda İngiliz işgal karargâhı tarafından basılıp dağıtıldığı halde Özbekler Tekkesi’nin bu önemli görevi sessizce götürmesi mensuplarının ne kadar ağzı sıkı, dikkatli ve etrafı tanıdıklarını gösterir.

Son zamanda İngiliz istihbaratı burayı keşfetmişse de kimseyi yakalamaya muvaffak olamamıştır. Tekke ve zaviyeler kapatıldıktan sonra da, şeyh Necmettin Efendi mutad günlerde şehrin musikişinasları ve edebiyat çevreleri ile burada toplayıp meclisler kurardı.

Tabii bizde konuşulanlar uçar, yazılı ve kalıcı hiçbir bilgi bulunmaz. Bugün tekkenin selamlık bölümünde Necmettin Efendi’nin çocukları yaşamaya devam ediyor. Doğrusu nadiren rastlaşsak da sohbetlerine doyum olmuyor. Özbekler Tekkesi İstanbul’un çevresiyle birlikte korunması gereken bir noktasıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder