9 Eylül 2017 Cumartesi

Osmanlı Zamanında Beyoğlu ve Fenerli Beyler

Beyoğlu, Galata… 1970’lere kadar İstanbul’un üç önemli parçasından biriydi. Yani suriçi İstanbul, onun dışında Haliç civarında Eyüp, nihayet Bizans devrinde Pera denen Beyoğlu, Galata ve Üsküdar. Sonra İstanbul o kadar büyüdü ki, bilâd-ı selâse denen bu üç eski şehrin İstanbul’da esamesi okunmaz hale geldi. Ve günümüz İstanbul ahalisinin çoğu ne İstanbul’u, ne Eyüp’ü, ne de Üsküdar’ı çok iyi bilir. Ama Beyoğlu bugün bile bilinir. Çünkü ne olursa olsun Beyoğlu İstanbullunun kendini attığı bir semttir. Fakat işin garip tarafı, son senelerde İstanbul’a gelip yerleşen insanların çoğu ne İstanbul camilerini ne de Beyoğlu’nu biliyor.

Nedir Beyoğlu? Bizans devrinde Pera denirdi, bu “karşı” demektir. Şehrin hayatıyla, devletin bünyesiyle alakası olmayan, uzaktan gelme insanların yerleşip yaşadıkları yer, Pera olarak görülürdü. Bizanslı burayı sevmezdi. Tıpkı Osmanlı devrindeki İstanbullunun şüpheyle karşıladığı gibi... Denizaşırı yerden gelen Cenevizli, Venedikli, Güney İtalyalı, hatta İspanya’nın Katalonya’sından gelenler, şehrin bu kesiminde yerleşirlerdi. Pera’nın hâkim unsuru zaman içinde değişirdi. Bir ara Venediklilerdi. 1185’teki büyük bir kavgada kentin asıl halkıyla araları açıldığından şehir, yani Pera yağmalanmıştı. 1204’te bunun intikamını çok kötü aldılar. Bundan yaklaşık 800 sene evvel, 1204’te Dördüncü Haçlı Seferi’ni Kudüs’e değil, İstanbul’a yöneltmişlerdi. Latinler tarafından alınan şehir yağmalandı ve Venedik de Pera’nın efendisi oldu.

Bu efendilik 50 yıldan fazla sürmedi. İznik’e çekilen Bizans halkı ve hükümdarları şehri tekrar geri alınca onları Pera’dan attılar. Attılar da ne oldu? Kendileri mi yerleştiler? Hayır. İmtiyaz gene bir yabancı gruba, Cenevizlilere verildi. Bu böyle gidedurdu. Nihayet 1453’ten sonra da Beyoğlu yeniden düzenlendi. Artık ne Cenevizlilerindi, ne Venediklilerindi. Ama halen Batı Avrupa’dan, denizaşırı yerlerden, İtalya’dan gelen bir halk oturuyordu. Yerli Hıristiyanlar da yerleşmeye başlamıştı. Daha da ilginci, Kırım alındıktan sonra buradaki Karay, yani Yahudi mezhebinden olan Türkler de ahitnameyle buraya celb edildiler. 1492’den sonra da İspanya’dan, İtalya’dan sürülen Yahudiler ve hatta Müslümanlar da semtin bu kesiminde oturdular. Karaköy aslında Karayköy demektir. O cemaatin yanı başına İstanbul’a yeni gelen Müslüman İspanyol Araplar, Endülüslüler, İspanya Arapları diyorum ama Endülüslüler yerleşti. Hatta bölgenin en büyük kilisesi olan Dominiken ve Fransisken biraderlere ait olan kilise de onlara verildi. Bugün Arap Camii adıyla bilinen İtalyan Rönesans tipi bu yapı, Perşembe pazarının hemen kıyısındadır. Bir müddet sonra buradaki Musevilerin Hasköy’e doğru genişlediğini, orada da bir cemaat, bir koloni teşkil ettiklerini görüyoruz. Burada ünlü aileler vardı: Doryalar, Okardziler, Bothegeler, de Orlando, Adorna gibi aileler… Bunların bir kısmı asırlar boyu bu şehirde yaşadılar. Mesela sonunda Alman sefareti dragomanı, baş tercümanı olan Baron de Testa böyle bir soydan geliyordu.

Genellikle de Türklere değil, daha çok yabancı elçiliklere dragomanlık, tercümanlık göreviyle hizmet ederlerdi. Çünkü Bâbıâli’deki tercüme işlerini daha çok karşı yakada, Fener’de oturan, Fenerli Beyler dediğimiz eski Bizans aristokratlarının kalıntıları olan Hellenler görürlerdi. Pera kısa zamanda Batılı sefaretlerle doldu. 16. yüzyıla kadar bizde yerleşik elçilik sadece İtalyanlarınkiydi. Mesela Venediklilerin sarayı önce Bahçekapı’da, Aslanlı Ev denen, bugün yok olan bir binadır, daha sonra Fener’e yerleşmişti bunlar. O da biliyorsunuz 1980’lerdeki imar hareketleri sırasında yok oldu.


16. asırda Venediklilerin yerleştiği sefaret, Palazzo Venezia denen bina elan bütün haşmetiyle Beyoğlu’nda, Tomton Kaptan Sokağı’nda bulunmaktadır. Bunun da kendine göre çok acı bir hikâyesi vardır. Venedik Cumhuriyeti, Napolyon istilasıyla yıkılınca, 1804 Campoformio Antlaşması’yla bu bina Fransızlara verildi. Napolyon yenilince 1815 Viyana Antlaşması’ndan sonra Avusturyalılara verildi. Arada İtalya bağımsızlığını kazandı, Venedik onun bünyesine girdi ama sefaret Avusturya-Macaristan’ındı. Ve nitekim 1919 yılında İtalyanlar şehre çıktıkları vakit, burayı Avusturyalılardan haklı olarak geri aldılar. İçindeki Avusturya heyetini attılar. Bu tarihten itibaren İtalya İstanbul’da yapmakta olduğu sefaret binasına pek yerleşemedi ve elli yıl önce bize verdiler. Bugün Maçka Kız Sanat Teknik Enstitüsü’dür. Galiba gene mahiyeti değişti. İtalyanlar Tomton Kaptan Sokağı’ndaki bu binayı İstanbul’daki elçilik konağı olarak kullanıyorlar.

Şüphesiz ki enteresan bir şeyle karşı karşıyayız. Bir kere dünyanın her yerinde böyle liman şehirleri, yabancıların oturduğu liman şehirleri vardır. Çin’de vardır –Şanghay, Hong Kong gibi– Hind’de vardır. Eski Moskova’nın Slaboda’sı da böyle bir yerdir. Peki Pera’yı anlamlı kılan nedir? Burada sadece tüccarlar ve denizciler değil, aynı zamanda bütün sefaretler bulunurdu. Galiba şehre şıklığını kazandıran da buydu. Venedik Elçiliği’nin hemen yanında Fransa Elçiliği ve Tomtom Kaptan Sokağı’nın başında da Kapitülasyon Mahkemesi yer alır. Fransa Elçiliği’nin bulunduğu yerde daha evvel Polonya Sefareti vardı. Biraz ötede muhteşem Britanya Sarayı yer alır. Ve bu mıntıkada kendine yer bulamayan, geç kurulan Avrupa devletleri Belçika, Romanya, Yunanistan daha ötede elçiliklere sahipti. Alman Büyükelçiliği ancak Gümüşsuyu’nda kendine yer bulabilmişti. Japonya Büyükelçiliği ise Birinci Cihan Savaşı’ndan da sonra, mütareke bitip Cumhuriyet kurulduktan sonra nedense Ankara’ya değil, buraya açılmıştı. Ancak 1935’ten sonra Ankara’ya gittiler.

Bir yanda sefaretler, bir yanda liman aktiviteleri, öbür tarafta Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadî hayatını kontrol eden bankalar ve kuruluşlar, Banque Ottomane [Osmanlı Bankası] gibi, Commerciale Italiano gibi binalar, bilhassa Voyvoda Caddesi’nde, bugün Bankalar Caddesi denen yerde bulunmaktadır. İstanbul’da oturan veya burayla devamlı iş gören “levanten” dediğimiz kimi Fransız, kimi İtalyan, kimi Avusturya asıllı birtakım aileler burada zengin konaklara sahiptir. Amerikan Elçiliği’nin ve biraz ötedeki İngiltere Elçiliği’nin bulunduğu Pera bölgesinde, yani Pera Palas’ın bulunduğu sokakta bu binaları da görmek mümkündür.

Beyoğlu’nda Fransız Büyükelçiliği (Fransız Sarayı).


Öte taraftan da büyükelçiliklerin yakınında, başta Saint-Antoine gelmek üzere, Santa Maria Draperis, onun biraz ötesinde büyük Katolik kiliseler veya Kırım Kilisesi gibi Protestan kiliseler, katedraller bulunur. Ve Beyoğlu bunlarla birlikte Batı’dan ithal edilen küçüklü büyüklü malların satıldığı ünlü dükkânlar, sadece Pera Palas değil, ondan daha eski olan Büyük Londra Oteli veya Tokatlıyan gibi şehrin ilk modern otelleri, kafeler, patisseriler, kafe şantanlarla [café chantant] ayrı bir âlemdir. Buralara şüphesiz üçüncü sınıf truplar gelir Batı’dan, ama ara sıra birinci sınıf trupların ve artistlerin de geldiği olurdu. Nitekim İstanbul’u seven Sarah Bernhardt birkaç kere gelmişti. Ünlü besteci ve virtüoz Franz Lizst de gene İstanbul’u ziyaret edenlerdendi. Bunların arkası kesilmedi. Şehrin bu muhitinde oturan, yabancı dil bilen gruplar bilhassa bu gibi artist ve trupları davet ederlerdi. Ve gene yabancı basın ürünleri de burada satılırdı. Bir zamanlar İstanbul’da en çok Fransızca gazeteler okunurdu. Zamanla yerini başkalarına devrettiler.

İşte Beyoğlu… Niçin Beyoğlu dendiği bile belli değil. Acaba İtalyan Sefareti’nden ve orada bulunan aristokratlardan birinin “Bey oğlu” diye anılmasında mı ileri geliyor bu? Yoksa başka bir isim mi var? Bir yanda Galatasaray Lisesi 1860’larda burada hayata geçmiş Mekteb-i Sultani olarak, ama onun yerine daha evvel bir Galata saray mektebi, yani Enderun mekteplerinden birisinin olduğu bilinmektedir. İsmi Galata… Galata ne demektir? Süt mü demek? Acaba burada inek ahırları vardı, ondan mı öyle deniyordu? İsmi çok, ama hiçbir mananın kökünde bir aydınlık yok. Ama şurası belli bir şey: Pera, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya, Batı hayat tarzına açılan kapısıydı. Ve buradaki eğlence, buradaki tüketim, buradaki yemek başka yerlerde görülmezdi. Buradaki hayat da başka yerlerde hoşgörülmezdi. O İstanbullu Türk’ün ancak kısmen uğradığı bir yerdi. Pahalı alışveriş yapmak için veya beylerin eğlenmek için geldikleri bir yerdi. Şüphesiz Beyoğlu’nda Batı kültürüne açık yerler de vardı. Kitaplıklar, kütüphaneler… Ama fazla nostaljiye dalmayalım. Bugünkü Beyoğlu Batı dünyasıyla çok daha fazla bağlantıda. Ve üstelik onun sakinleri, müşterileri, sevenleri de artık eskisi gibi Batı dünyasından gelenler, Levantenler veya onlara özenenler değil. Düpedüz İstanbullu Türkler. Hatta hafta sonu itibariyle Türkiye’nin her yerinden gelenler. Oradaki kitaplıklar artık onlara hizmet veriyor. Beyoğlu bugün hepsinden daha şaşaalı ve hepsinden çok daha fazla bu memleketin yaşamına ait bir bölge. Bunu unutmamamız gerekiyor.

Fetihten sonra yapılan ilk tahrire göre Pera surlarla çevrili bir bölgeydi. Bu surlar bugünkü Tophane’yi, Karaköy ve Perşembe Pazarı’nı içeriyor ve köşede de muhtemelen Tersane’de bitiyordu. Atatürk Köprüsü’nün başındaki Azapkapı, Azeb Camii, aslında tersane azeplerinin adıyla anılmasına rağmen banii, büyük sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’ydı. Ve mimarı da herkesin ilk bakışta üslubundan kavrayacağı gibi Mimar Koca Sinan idi. Bu bölge yukarıda Şişhane’ye kadar uzanır. Şişhane bugün Altıncı Daire-i Belediye binasıyla tanınıyor. Kısaca Beyoğlu Belediye Binası dediğimiz bu bina, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya özenilerek yapılmış ilk belediye binası, hatta ilk önemli belediye teşkilatı binasıdır. İsmi de düpedüz bir özentiydi, çünkü coğrafî sıralamada buranın altıncılıkla alakası olmadığı halde, tamamen Paris’teki şık Altıncı Bölge dolayısıyla bu isim verilmişti. Büyükhendek Caddesi de zaten şehrin surlarının buradan geçtiğini gösteriyor.

Beyoğlu’nda fetihten hemen sonra yapılan tahrirde Ermeni, Rum ve Yahudi nüfusun yanında İtalya’dan, Sicilya’dan, Avrupa’dan gelenler de göze çarpıyor. “Latin” dediğimiz bu millet aslında bir millet değil, bir taife idi. Ve bunlar bir hukukçuyla Bâbıâli nezdinde temsil edilirdi. Gene 16. asırda ilk önemli sefaretler de İtalyanların yanında, buralardan gelmektedir. Yani Avusturya dediğimiz, mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’nun temsilcisi ve Fransa Kralının temsilcisi burada, büyük kilisedeki loncada oturma imtiyazı yüzünden adeta çamaşırcılar gibi kavga etmişlerdi. Bu gibi ilginç olayları Pera’nın yerli halkı sadece gülerek seyrederdi. Nitekim sadrazam bu kavgayı önlemek için kilisenin kapılarını Pazar günü kapattırmış, Doktor Peysen bundan haberdar olduğu için gelmemiş, Fransız ise gelip kapıları yumruklamış ve rezalet çıkarmış. Herhalde 16. yüzyılın Pera’sı bu gibi olaylarla gününü gün ediyordu. Veya İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in bize ilk gönderdiği elçi Edward Barton, kendi kiraladığı evde, ki muhtemelen Tophane’nin üstündeydi bu, gürültülü, sazlı sözlü, çengili eğlenceler tertiplediğinden dolayı, komşular tarafından şikâyet edilmiş ve ahlâkî gerekçelerle evinden atılmış.

O tarihte Osmanlı başkentinde hiç şüphesiz ileride 1815 Viyana Antlaşması’nın getireceği diplomatik muafiyet hükümleri uygulanmıyordu. Pera’daki sefaretlerin her birinin kendi fırını ve kendi şarap depoları vardı. Bu şarapları da vergisiyle alıyorlardı. Ancak 1699 Karlofça Barışı’ndan sonra Vestfalya Antlaşması hükümlerine göre diplomatik misyonların vergisiz mal alma hakkı doğdu. Birçok kilisede İtalyanca ve Fransızca ibadet ediyorlardı. Bunların yerli Hıristiyanlarla alakası yoktu. Bugün bu kiliselerde Türkçe ibadet bile başlamıştır. Çünkü İstanbul’un Levanten halkı artık İtalyanca ve Fransızcayı unutmakta, Türkçeye dönmektedir. 19. yüzyıla kadar Pera bir yabancı şehirdi. Bu yabancı şehri biz hoş görüyorduk. Hâlbuki Lamartine Fransa taşrası diyor. Bir Osmanlı tarihçisi ise günümüzde insanların büyük hayranlıkla gezdiği Grand Rue du Pera, Cadde-i Kebir ya da bugünkü adıyla İstiklal Caddesi’ni, bakın nasıl tarif ediyor: “sakinlerinin kartvizitleri kadar manasız uzunlukta ve beyinleri kadar dar bir cadde…” Sakinlerinin kartvizitleri derken, kartvizitlerini hakikaten yerli yersiz birtakım unvanlarla süslemeyi seven Levanten ahaliyi kastetmektedir.

İstanbul Avrupalılığı hiç ilginç görünmemektedir. Kimlere? Avrupalılara. Oysa Osmanlı halkı için çok ilginçtir. Ne de olsa değişiklik kapısıdır. Değişiklik toplumların en masum isteğidir. Ama her zaman için en güzel ve doğru biçimde tecelli ettiği söylenemez. 1960’lardan itibaren hem Avrupa’dan, bilhassa İtalya’dan gelen cemaatin erimesi, karışık evlilik veya göç dolayısıyla, hem de yerli Hıristiyanların azalması dolayısıyla Beyoğlu bir çöküntü yaşadı. Bu çöküntü ilk anda Anadolu’dan göç edenlerin yerleşmesi ve Pera’nın kendine özgü eski renkliliğini kaybetmesi şeklinde görüldü. Mamafih şehrin imkânları ve coğrafyası cömert davrandı. Aradan 40 sene geçmeden Beyoğlu yeniden canlandı. Sanat galerileriyle, kitapçılarla doldu. Ve bugün için artık oradaki emlak da pahalılaşmaya başlamıştır. İstanbul’un kendi aydınları, kendi zenginleri kadar dışarıdan da gelenler oraya yerleşiyor. Bu kozmopolitizmin sınırları da iyi tespit edilmeli ve ona göre kültür politikaları takip edilmeli… Aksi takdirde Beyoğlu bu sefer başka türlü bir yavanlığın içine girer.

* * *

Tarih okurken hep “Fenerli Beyler” diye bir zümreden söz edildiğini duyarız ve açıklaması hemen hiç yapılmamıştır. Okuldan sonra tarih okuyan az sayıdaki meraklılar Fenerli Beyler’den “İpsilanti, Mavrokordato, Aristarhi” gibi isimlere rastlar ama Türk tarih edebiyatında bunların ne olduğu üzerinde durulmaz. Gerçi, bunların Babıali tercümanları olduğunu biliriz. Ama Musahipzade Celal Bey gibi titiz bir tarihi tiyatro yazarının oyunlarında bile, Fenerli Beyler Fransızca tercümanlık yapar ve Rum şivesiyle Türkçe konuşurlar.

Bu bir hatadır ama daha vahimleri vardır; Fenerli Beyler’in hepsinin Bizans asilleri olduğu veya Yunan ayaklanmasını destekleyen hainler zümresini oluşturduğu tekrarlanır. Bir kısmı da onları Doğu Akdeniz Limanı’na yerleşen Batı Avrupalı ve Batı Akdenizli “Levanten” dediğimiz tüccar halkla karıştırır. Oysa Fenerli Rum Beyleri zümresi Osmanlı toplum sisteminin devraldığı beşeri coğrafya mirası ile ilginç bir uzlaşmasının ve Osmanlı devlet mekanizmasının ihtiyaca göre neler yaratabileceğinin bir kanıtıdır.

Fenerli Beyler, Rum Ortodoks cemaatine mensup bir aristokrasidir. Ama bu soyluluğun hukuki hiçbir temeli yoktur. Aileler ya devlet ya Patrikhane nezdinde üst görevlere gelmeyi bir teamül haline getirmişlerdir. Tabii buna uygun bir yaşam ve eğitim sistemini de üretmeyi başarmışlardır. Belirttiğim gibi Osmanlı toplumunda hükümdar hanedanı dışında hukukla temellendirilmiş, ırsi olarak imtiyaz kazanan hiçbir sınıf yoktur. Fenerli Beyler de bu imtiyazlı konumlarını muhafaza edebilmek için önce eğitime, sonra devletle iyi ilişki kurmaya dikkat ederlerdi.

İdeolojileri hiçbir şekilde milliyetçi değildir, devlete sadakattir ve bu sadakati abartarak gösterecek bir üslup ve kültürel davranış yaratmışlardır ki Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman ulema hanedanlar dışında böyle kurumlaşmış bir yaşam ve davranış biçimi ancak Rum Ortodoks Fenerli Beyler ve Ermeni Gregoryan “amira” sınıfı için söz konusudur. Kendilerini Fener semtinin adıyla nitelendirmemize rağmen, bu yüksek zümre oraya hiç şüphe yok ki 17. yüzyıl başından itibaren Patrikhane’nin Fener’e taşınmasıyla birlikte gelip yerleşmiştir. Yoksa bu surdibi kıyı semtte Bizans devrinde Venedikli, Lübnanlı, Katalunyalı, Arap ve Türk tüccarlar yaşardı. Dolayısıyla bir bir yıktığımız Fener’deki taş Rum konakları, bazılarının sandığı gibi Bizans devrine ait değil, 17 ve 18. yüzyıl Osmanlı mimarisine ait eserlerdi.

Fenerli Bey aileleri içinde Argiropulo gibi, Mavrokordato gibi eski Doğu Roma Hellen soyluları kadar, Kantakuzenos gibi Arnavut asıllı Bizans hanedanları, Bogoridi gibi Bulgar asıllı ve Baltazzi gibi Rumen asıllı boyar reisleri veya zenginleşmiş tüccarlardan ve hatta daha ilginci; Petrasili ailesi gibi 1204 Haçlı istilasından kalan Latin kökenliler de vardır. Bunlara ünlü saray hekimi Mavroyeni Paşa’nın geldiği Napolili Morosini gibi İtalyanlar da ilave edilmiştir. Bu karmakarışık zümreyi birleştiren çimento, mensubu oldukları Rum-Ortodoks inancı ve kabul edilen Hellen kültürüdür.

Şu kadarını söyleyelim ki, İtalyan ve Batı Avrupa kültüründe Hellenizme bağlılık bağnazlık derecesinde değildi. Ama kendilerini yükselten Osmanlılık her şeyin önünde gelirdi. Londra Büyükelçimiz Kostaki Musurus Paşa’yı bu dünya görüşünden dolayı Atina elçiliği sırasında Yunanlı milliyetçiler öldürmeye kalktılar. Gerçi içlerinde ticaret ve armatörlükle zengin olanlardan birisi olan, İpsilanti ailesi gibi yerli milliyetçiliğe kapılanlar yüzünden Yunan ayaklanmasından sonra Fenerli Beyler kısmen gözden düştü ve yerlerini daha çok Ermenilere ve yükselen Arnavut Fraşeri ailesi veya bazı Türk memurlara bırakmaya başladılar. II. Abdülhamid devrinde Hıristiyan ve Müslüman Arap asıllı bürokratlar da bu kervana katıldı.

Fenerli Beyler’in çocukları İtalya’da Padua’da, sonra Fransa’da okurlardı ama asıl önemlisi devrin en seçkin hocalarından Türkçeyi en iyi biçimde öğrenirlerdi. Kozmopolit Osmanlı bürokrasisinin bütün adet ve üslubunu kavradıklarından çağdaş Yunan milliyetçiliğine karşı çok soğuk, hatta düşmanca davranırlardı. 19’uncu yüzyıl kültürü ve diplomasisi içinde Fenerli Beyler’in rolü bundan dolayı çok önemliydi; nitekim imparatorluk eridikten sonra ve bu ailelerin çoğu bugünkü Türkiye’yi terk ettikten sonra çocukları ve torunları Yunanistan’a değil Avrupa’ya yerleşmişlerdir. Daha ilginci, Avrupa’ya yerleşen bu Fenerlilerin çocukları Türkçeyle birlikte Yunancalarını da unutmuşlardır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder