7 Eylül 2017 Perşembe

19. Yüzyıl Dünyası ve Osmanlı

19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da savaş rüzgârları esmeye başlamıştır. Büyük devletler arasında ittifak antlaşmaları, karşılıklı ziyaretler devam etmektedir. III. Alexander’in, Paris’i ziyaretinde bir köprüye adı verilir. Fransa ve Rusya’nın yakınlaşması aslında, Almanya ve Rusya arasındaki yakınlaşmanın gerçekleşmemesindendir. Sebepleri gayet açıktır. Rusya’da sanayici, modern çiftçi ve maliyeci çevreler Almanya’ya karşı bir sempati duyarlar. Bu onların eğitimdeki Alman etkisi ve Büyük Katerina’dan beri Rusya topraklarına yerleştirilen Alman çiftçilerin yarattığı yeni bir zirai modernleşme dolayısıyladır. Ünlü çiftçilerin hepsi çocuklarını Alman Gimnasium’una gönderir ve bu gibi çevrelerde Almanca konuşulan dildendir. Dolayısıyla ilk anda Alman-Rus yakınlaşması, Rusya’ya Alman teknolojisi gelecek, Osmanlı’nın birtakım hammadde zenginlikleri oraya akacak, karşılığında Rusya zenginleşecek, teknik güç elde edecek, sanayi büyüyecek, işçi sınıfı güçlenecek, köylülük gittikçe zayıflayacak gibi düşüncelere neden olmuştu.

Alman-Avusturya yakınlaşmasının başlaması, Rusya’yla Almanya’nın arasındaki gerilim Rusya’yı Fransa bloğuna itmiştir ve İngiltere de zaten Fransa’nın tabii müttefiki olarak kıtadaki büyük devletlerin karşısındadır. Böyle bir ortamda bilhassa Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra II. Abdülhamid yönetimi, Almanya’yı yanında göstermekten adeta bir hayal perdesi gibi istifade etmektedir.

Böyle bir ortamda özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Kongresi’nden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, bu harp boyunca beklediği müzahereti göremediği İngiltere ve Fransa’ya sığınamayacağı için, ayrıca liberalleri anti-Türk bir politika güttükleri için, ister istemez Almanya’ya yanaşmıştır. Şu tarihi hakikate işaret edelim: II. Abdülhamid’in Alman taraftarlığı ve dostluğu, kendisinden sonraki ittihatçılarla, Jön Türklerle mukayese edilmeyecek kadar sathidir.

19. yüzyılda imparatorluğun başkenti İstanbul.

Gerçek bir Alman hayranlığı ve dostluğu II. Meşrutiyet’ten sonrası hükümetler devrinde özellikle İttihat ve Terakki ile başlar. II. Abdülhamid Alman eğitmenlerin ve müşavirlerin orduda gerçek anlamda hakim olmalarına pek taraftar değildir. Daha ziyade Alman silahlarını almakta, bunu İngiliz, Amerikan silahlarına karşı bir rekabet unsuru olarak, bir kışkırtma unsuru olarak düşünmekte ve Almanları yanına çekmenin Batı bloğuna, Rusya’ya karşı bir gösteriş, bir hayal perdesi olduğunu düşlemektedir. Her halükarda, bir yandan da Rusya’yla Osmanlı İmparatorluğu arasında gizli bir barış söz konusudur. III. Alexander otokrat biridir ama barışın Rusya için gerekli olduğunu anlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile çatışmanın da Rusya’ya pek bir kar getirmediğini ve bu savaşın, Plevne Savaşı’nda olduğu gibi çok pahalıya mal olduğunu görmüştür. Rusya’ya sanayileşme lazımdır, münakalat [ulaştırma] lazımdır, nitekim Trans-Sibirya Demiryolu’nu o, başlatmıştır. Rusya’ya okul lazımdır. Aynı şeyler II. Abdülhamid için de doğrudur. Osmanlı İmparatorluğu’na yol lazımdır, fabrikalaştırma lazımdır, ziraatın geliştirilmesi lazımdır ve okul lazımdır. İtiraf etmek gerekir ki Osmanlı İmparatorluğu, bilhassa bu son kalemde, II. Abdülhamid’in padişahlığı boyunca önemli bir gelişme sağlamıştır.


Şimdi büyük devletlerin iç durumuna bakalım. İngiltere, Afrika’nın güneyini ve bu kıtanın en verimli bölgelerini kontrol altında tutmaktadır. Ayrıca Avustralya da var. Oradan Çin üzerinde büyük devletlerle olan kontrol ve tabii hiçbir şekilde unutamayız, ‘Indian Subcontinent’ denen bugünkü Pakistan, Bangladeş ve Hindistan’ı içeren büyük kıta. Yeryüzünün en kalabalık, en verimli bölgelerinden biri...

Hindistan, Britanya Tacı’nın en önemli parçasıdır ve Victoria, Birleşik Krallığın, Britanya’nın Kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi olarak taç giymiştir. Hindistan, bizim zannettiğimizin aksine, kuru bir sömürge olmanın ötesinde kara talihine rağmen, İngiltere’yi etkilemiştir. O kıtanın eski kültürü, egemen sınıflarının, okumuşlarının tavrı, İngilizleri derinden etkilemiştir. Ayrıca, Hindistan’ın yetişmişleri de İngiliz İmparatorluğu’nun bu anlamda kültürel kaynağını yemekte gecikmemiştir. İlerinin; yani bugünün Hindistan’ının atılımında bunun çok büyük payı vardır.

Hiç şüphesiz ki bu kıtanın insafsızca sömürülmesi İngiliz İmparatorluğu’nun işine gelir. İngilizlerin sömürgeleri saymakla bitmez: Antiller. Oradan geçelim, Okyanusya’daki birtakım takım adalar. Bütün bu güneş batmayan büyük imparatorluğun, maalesef İngiltere’ye gerekli bir şekilde yansıdığını söylemek zordur. İngiliz halkı, 19. asrın ortasında Victoria’nın en sevgili ve kıymetli Başbakanı Benjamin Disraeli’nin deyişiyle iki milletten oluşur. Disraeli der ki; ‘Kraliçe Victoria, iki milletin başındadır; fakir ve zenginlerin.’ Ne gariptir ki, bu muhafazakâr hükümet birtakım sosyal reformlara başlamıştır. İngiltere’nin asıl başarısı, Disraeli’nin, bir Fransız projesi olan Süveyş Kanalı’nı ani ve akıllıca bir iktisadi kararla ele geçirmesidir.

Bazı tarihçiler, Süveyş’te Osmanlı İmparatorluğu’nun elendiğini söylüyorlar. Biz, zaten o projenin başından beri içinde değildik. Ama asıl önemlisi, o projeyi tahakkuk ettiren Fransız mühendisliği ve Fransa elenmiştir. Böylelikle İngiltere, denizlerin kontrolünü elinde tutmaktadır. Berlin Kongresi’nden sonra en önemli bir Akdeniz Üssü olan Kıbrıs’ı da kontrol altına aldığını düşünürsek…

Mısır, Hindistan, Afrika’nın en verimli bölgeleridir. Britanya dünyaya hakimdir ve tartışılmaz bir şekilde 19. yüzyılın son çeyreğinde cihan devletidir ve bu adını hiç şüphesiz Napolyon Savaşları’ndan beri elde etmiş ve sürdürmektedir. Fransa, ancak İngiltere’nin pek tenezzül bulunmadığı sömürgelerinin üzerindedir.

Buna rağmen 19. yüzyılın son çeyreğinde Fransa, parlak bir ülkedir. Yeni konan Nobel ödüllerini 20. yüzyılda büyük ölçüde Fransızlar almaktadır ve Mısırlı aydınlardan Rifaa Rafi el-Tahtavi’nin belirttiği gibi Fransa bilimlerin ve bilhassa tıbbın babasıdır. Tıp bilimi ve hasta bakımı Fransa kadar hiçbir yerde mükemmel değildir. 19. yüzyılın son çeyreğinde Fransa kendi fakirliği, kendi adaleti yanında, kendi zenginleşmesi, kendi zarafeti ve zirveye ulaşmış üniversal kültürüyle Avrupa’nın en gözde ülkesidir. Belki İngilizce kadar, hatta belki İspanyolca kadar bile yaygın değildir; ama Fransızca bilmek, Fransızca okumak ve konuşmak bütün dünya okumuşlarının üniversal bir ortak noktasıdır.

Bu ülkenin sömürgeleri Britanya’nınkine göre çok geridir, çok fakirdir; fakat Fransa her istediğini yaptıramaz, İngiltere de yaptıramaz ama Fransa’nın istemediği bazı şeyler de yapılır. Galiba bu ikisinin arasındaki fark bundan ibarettir. Hiç şüphesiz ki İngiltere, öncü bir sanayi devletidir ve 19. yüzyılın sonunda milyonluk şehirler Britanya Kıtası’nda, Britanya Adaları’nda birbiri ardından çıkmaktadır.

Londra’nın yanında Manchester, onun yanında Birmingham, onun yanında York, sanayi merkezleri olarak birbirini izlemektedir ve gittikçe Britanya’nın kırsal kesimleri kaybettiği nüfusla köylü nüfusun adeta %15’lere düştüğü görülmektedir. Oysa Fransa, bırakın Birinci Dünya Savaşı’nı, İkinci Dünya Savaşı’na girdiği zaman bile %50’si köylü olan bir memlekettir ve köylülerin yaşadığı ağır şartlar adeta Paris’in ışıltısıyla, parlaklığıyla büyük bir kontrast teşkil etmekteydi. Belki de bu kontrast, Fransız Cemiyeti’ne bir yenilik, bir çekicilik veriyordu ama arzu edilen de oydu ki Avrupa’da Fransa artık rolünü kaybetmekteydi.

Yeni doğan Alman İmparatorluğu, Versailles’dan sonra, hızlı bir şekilde sanayileşmekteydi. Daha evvel Prusya Krallığı, demiryolu ve kanallar ağıyla Almanya’yı Baltık ve Akdeniz arasında adeta bağlamaya muvaffak olmuştur ve şurası açıktır ki Almanya, Avusturya’nın iktisadi bakımdan üstündeydi ve Avusturya Almanya’ya entegre olmaya başlamaktaydı. Bu süreç 20. yüzyıla kadar devam edecektir ve bugün Almanya ve Avusturya bir iktisadi, kültürel bütünlük içindedir.

Yeni doğan Almanya, Prusya’nın tarihteki rolünü devam ettirmekte, Rusya’nın Batı eyaletlerine; yani Polonya’daki Lodz şehri gibi dokuma merkezlerine, Macaristan’a, hatta Romanya’daki yeni doğan petrol endüstrisine, tekstile, dokumacılığa el atmaktadır. Alman kültürü, birçok yeri istila etmiştir. Buralarda, çok yerde Fransızca’dan çok Almanca bilindiği yerli dillerin arkasından, Almaca konuşulduğu, Almanca’nın bir beynelmilel lingua franca, bir entelektüel dili olduğu gerçektir. Dahası, çok iyi bilinen, İngiliz Bankacılığını yenen bir Alman Bankacılık teşekkül etmektedir. Bu çok aktif bir bankacılıktır. Sadece kredi vererek yaşamıyor, icabında birtakım çürük ve cılız sanayi destekliyor ve sanayiye ortak oluyor ve yeni yatırımları teşvik ediyor.

Doğu Avrupa’ya ve hatta Osmanlı İmparatorluğu üzerinden Mezopotamya’ya yayılan Alman nüfuzu, kendisini “dört D”’ye muhtaç hissetmektedir. Deutsche Bank, Dresdner Bank, Damstetter Bank ve Deutschland Bank. Bu dört D dolayısıyla, Almanya, kendisini buralarda sağlam hissetmektedir.

Bu bankalar etraf hakkında o kadar iyi bilgi toplamaktadır ki basık sermayeyi, tahsil edilemez alacakları ile birlikte toplayabilmektedirler. Alman demiryolu teknikleri bakımından üstündür. Her halükarda, bilhassa Orta Doğu’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransız Demiryolculuğu, ipin ucunu bırakmamıştır ama çoktan beri İngilizler, bu yarışın gerisinde kalmağa başlamaktadır.

Büyük bir süratle İstanbul’dan başlayan demiryolları, Ankara’ya, Konya’ya, daha önce demiryolları görmemiş yerlere ulaşmakta ve çok kısa bir sürede Mezopotamya’ya dayanmaktadır. Öyle ki I. Dünya Savaşı’nın çıkışı biraz gecikse Bağdat’a da ulaşabileceklerdi. İşte burada İngiltere İmparatorluğu yani Britanya İmparatorluğu ve Almanya sıcak bir çatışmanın içine girmektedir. Büyük devletlerin sözde önde gelenlerinden kültürel yapısıyla Orta Avrupa’yı çok etkileyen Avusturya-Macaristan’a gelince; bilhassa 1860’taki ikiye ayrılmadan ve eşitlik kontratından sonra Macaristan bir ayrı hükümet ve parlamento, Avusturya İmparatorluğu bir ayrı hükümet ve parlamento. Müşterek olan sadece İmparator François Joseph yönetimindeki Habsburglar. Ondan Avusturyalılar, ‘Kayzer İmparatorumuz’, Macarlar ısrarla ‘Kral’ diye bahsediyorlar.

Onlar için o, imparator değil; Macar Kralı. Bürokraside memurlar birbirine giriyorlar. Bütün eyaletler Avusturya ve Macaristan arasında bölüşülmüştür. Sadece 1878 Berlin’de işgal edilen, dikkat edin, henüz ilhak edilmeyen Bosna Hersek, iki tarafın ortak idaresi altındadır ve burada Macar ve Avusturya kökenli Normanlar birbirleriyle gayet gerilimli ilişkiler içindedirler. Bir yandan da sanayi, burjuvası ve entelektüelleriyle gelişen bir Çekya vardır. Bugünkü Çekya; yani Bohemya, o kadar büyük kalkınma göstermektedir ki Avusturyalılara adeta tepeden bakacak bir Çek burjuvazi ortaya çıkmıştır. Diğer taht ülkeleri, taç ülkeleri bu imparatorlukta, yılda %1 ila 2 oranında gelişme gösterirken, Macaristan gibi bir kısım birden bire tarihi tarımsal yapısını yıkmış ve yılda %6’ya ulaşan bir gelişme göstermektedir. Şehirler o kadar büyük bir tekâmül içindedir ki binalar birbirini izlemektedir. Hatta bizim çocukluğumuzda okuduğumuz Ferenc Molnar’ın ünlü Pal Sokağı Çocukları adlı kitabı, oyun için boş arsanın kavgasını yaparak birbirlerini taşla yaralayan mahalle çocuklarının hikayesini anlatır. Nitekim romanın sonunda o arsa da tahta ve telle çevrilecek ve işçi sınıfına verilecek odaların yer alacağı büyük bir bina inşa edilecektir.

Avusturya ve Macaristan’da işçi sınıfının vaziyeti çok fenadır. Bunlar, çoğu kira kışlaları denen, ailelerinin oda oda oturdukları, sıhhi şartları son derece düşük binalarda yaşarlar. Üstelik buralar bile o kadar pahalıdır ki bazı aileler buraya bir başka bekar işçi alırlar. Ücretlerin düşüklüğünden dolayı Avusturya işçi sınıfı huzursuzluk içindedir. Yaşam şartları son derece düşüktür. I. Dünya Savaşı’ndan evvel Viyana gibi şehirlerde, onda bir nüfusa bir oda gibi düşmekteydi. Bu İngiltere’de, Almanya’da iki onda bir, iki onda üç gibi bir miktardı. Hiç şüphesiz ki çöken köylülük bu ülkede bir problem haline gelmiştir. Diğer büyük ülke Rusya, 19. yüzyılın son 25 yılında, büyük gelişme kaydetmektedir. Ama bu gelişme, onun elan diğerlerinden çok geri, kırsal bir ülke olmasını önleyememektedir. Unutmayalım I. Dünya Savaşı’na %90’ını okuma yazma bilmeyen bir nüfusla girmiştir. Tabii o %10’un içinden de yeryüzünü aydınlatan edebiyatın mübeşşirlerinin çıktığını söylememize gerek yok. Sanayi en ağır şartlarda işçi sınıfını istismar etmektedir. Bu da bize artan sosyalist hareketleri, konservatif, tutucu ortodoksiye rağmen ilan eder.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder