2 Eylül 2017 Cumartesi

18. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu

18. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu için bir muammadır diyebiliriz. Muammadır, çünkü ne halkımızın tarihi okulda öğrenen geniş kesimi ne başka branşlarda çalışan aydınlarımızın hatta ne de meslekten tarihçilerin 18. yüzyılı anladıklarını söylemek mümkündür. Bu idraksizliğe ve problem karşısında çaresizliğe hepimiz dahiliz. 18. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu tarihi değişen dünyayı anlamadan anlaşılacak gibi değildir. Zira 18. yüzyılda Fransız tarihçilerden Daniel Halevy’in tabiriyle, “tarih hızlanmıştır”. İnsanların yaklaşımındaki değişmeler, kitlelerin değişimi belki o kadar göze batmaz ama ilim akademilerinin, siyasetin, teknolojinin gelişmesi artık çok fazla dikkati çekmektedir. Hatta bu hıza baş döndürücü bile demek mümkündür.

18. yüzyıl ortalarında Paris ilimler akademisinden Emmanuel Mousnier’nin yaptığı meşhur açıklama hepimizin hafızasında olmalıdır. Mousnier, “Avrupa değişen bir dünyadır ve bu değişiklik bilgi ve bilincimizdeki ilerlemenin sonucudur, Akademi nazarında dünyanın bütün diğer bölümleri bir atalet bir hareketsizlik halindedir,” demektedir. Çok açıktır ki 18. yüzyıl Avrupası artık bir gurur, bir kendini beğenmişlik içindedir ve bu beğenmişlik ne efsaneye, ne dine, ne de bir menkıbeye dayanır. Bu kibir, sözde bile kalsa doğrudan doğruya bilimsel bir temele oturtulmaktadır.

“Avrupa’nın haricindeki yerler atıldır, o ataletin adına tembellik diyebilirsiniz. Cehalet diyebilirsiniz, hatta ahmaklık diyebilirsiniz.” Bunu yazmaktan ve düşünmekten çekinmiyorlar. Avrupa ise çalışan, zeki, harekete geçmiş, ilimleri ve sanatları en alâsıyla yapan bir kıtadır. Hatta 18. yüzyıl Avrupası’nda cemiyet düzenini, siyasi rejimi beğenmeyen, tenkit eden başta Voltaire olmak üzere aydınlanma filozofları bile kendi toplumlarını insanlığın ulaştığı en son aşama olarak görmektedirler.

Örneğin Voltaire tenkite başladığı, Fransız monarşisinin değişmesi gerektiğini söylediği, anayasal rejimini beğenmediği Fransa’yı aslında 18. yüzyılın, dahası medeniyetin ve sanatın ulaştığı en son safha olarak selamlamaktadır. XIV. Louis Asrı adlı kitabında bu çok açık bir şekilde ortaya konulmaktadır. Hatta bu eserde tarih felsefesi terimi icat edilmiş, toplumların gelişme kuralları ve eğilimleri ortaya konmuştur. Medeniyet Yunan, Roma, Rönesans safhalarından geçmiş, XIV. Louis Fransası’na ulaşmıştır. Artık bütün milletler ve dünya bundan etkilenecektir. Ne kadar Hıristiyan’ca bir görüş. Hıristiyanlık yorumunda nasıl en son din, bize gönderilen bir Mesih ve onun tebliğ ettiği son mesaj söz konusuysa, bu örnekte de laik düşünceli bir adam nezdinde laik pozitivist medeniyetin herkese örnek olacak en son safha olarak kabul edildiği görülmektedir.

Ama bir asır sonra her yönüyle gelişen Japonya, 19. yüzyılla İslâm dünyasının değişmesine kesin adını koyan Türkiye ve gene 18. yüzyılda gelişme trendlerinden pek haberdar olmadıkları Rusya’nın gelişimi, mesela Rus edebiyatının, Rus matematiğinin hatta müziğinin kesinlikle Avrupa’yı sollamaya başladığı bir dünya bu insanları şaşırtacaktır.


Sürre alayının hareketi öncesinde tören.

18. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu, zannediyoruz ki realitenin kamçısını çok fena sırtında hissetmiştir. Uzun süren Avusturya harpleri, yani 1683 bozgunu sonrasında aşağı yukarı 16 yıl süren savaşların ardından 1699’da eskisinden çok farklı bir anlaşma düzeniyle karşı karşıya kalınmıştır. Bu sefer büyük bir Müslüman imparatorluğun dayattığı tek taraflı bir ahitname değil, eşitler arasındaki bir muahede düzeni söz konusudur. Yeni bir devletler hukuku anlayışıyla ve yenilgiyle oturduğumuz için pek eşit de sayılamayacağımız bir masada yeni bir beynelmilel anlaşma düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanlar, askerlik düzenimizin artık eskisi gibi kusursuz ve münakaşasız bütün bir düzen olmadığını görmüşlerdir. Şu halde bunu yeniden kurmak lazımdır.

İlk ıslahat orduda başlamıştır. Orduda başlatılan ıslahat eski bir anlayışla yürütülemezdi. Çünkü karşımızda eski Avrupa orduları yoktu. Bunların topçu düzenleri değişmişti. Askere bakan cerrah ve hekimlerin düzeni değişmişti. Süvarinin düzeni değişmişti. Süvarinin hekimi diyebileceğimiz veterinerlik son derece gelişmeye başlamıştı. Ve daimileşen orduları besleyen idarî, malî mekanizmalar değişmeye başlamıştı.

Subay dediğiniz, artık eskisi gibi ordudaki talimle veya kendi başına yetişmeyle gelmiyordu. Nasıl ordu yani basit nefer her gün topluca talim görmek zorundaysa, subayların da ayrı bir eğitimden geçmeleri gerekiyordu –ki biz buna yatkındık. Demek ki bir profesyonel subay sınıfı söz konusuydu. Bu bir mektep işiydi. Buna adım atmıştır Osmanlı ordusu.

Mühendishane-i Berri-i Hümayun ve ikincisi, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun. Kara ve deniz mühendishaneleri. Bunlar bir anlamda bugünkü deniz ve kara harp okullarımızın kuruluş aşamalarını teşkil ederler. Ama burada asıl önemlisi mühendisliktir. O mühendisliğin getireceği yabancı dil ve o yabancı dildeki başka konular fikir hayatımızı yavaş yavaş sarmaya başlayacaktır.

18. yüzyılın Osmanlı aydını çok da meraklıdır. İçlerinde İtalyanca, Fransızca, hatta Latince ve Yunanca öğrenen bile vardı. Dünya ve Avrupa tarihlerini merak etmeye başlamışlardı. Neydi bu Avrupa? Bir kere ortaya yeni bir güç olarak İngiltere çıkmıştı. 17. yüzyıl boyunca Avrupa kıtasının pek de öyle ciddiye almadığı bu krallık, daha bir asır evvel Kraliçe Elizabeth devrinde İspanyol donanmasını yok edip denizcilikte Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olan İspanya’yı yenilgiye uğratmıştı. Fakat doğrusu Fransa gibi parlak bir krallığın, Habsburglar gibi Almanya ve Avusturya’yı kontrol altında tutan bir memleketin pek dikkate almadığı bir İngiltere söz konusuydu. Ama şimdi İngiltere’deki eğitim dikkati çekmeye başlamıştı. Mesela Katolik Macaristan’ın Protestan kısmı olan Transilvanya’nın, yani Erdel’in bugün Romanya’da kalan kısmının aydınları, din adamları İngiltere’de okuyorlardı. İskoç misyonerleri Avrupa’nın ve Asya’nın birçok yerinde faaliyet gösteriyorlardı. Ama 18. yüzyılda İngiltere başka bir alem oldu. 1700’lerde bu memleketin başında Kraliçe Anne vardı. 17 kere hamile kalmıştı ama hiç çocuğu yoktu. Öldüğü zaman taht, yakın akrabası olan Hannover dükü George’a geçti ve o da I. George olarak İngiltere’nin başına geçti ama İngiltere’de pek oturduğu yoktu. Bir kere İngilizce’yi pek kıvıramadı. Nazırlarla yapılan toplantılardan sıkıldı. Yavaş yavaş toplantıyı l. Lord’a bırakmaya başladı. Bu makam zamanla “prime minister” [başbakan] haline dönüşecekti. Walpole, İngiltere’nin güçlü başbakanı olmuştur. George’un oğlu II. George da aynı dertten muztaribti. Ne İngiltere’yi, ne İngilizce’yi, ne İngilizleri pek fazla benimsediği söylenebilir. O da vaktini Almanya’da, Hannover’de geçiriyordu. İşte bu ikisinin zamanında İngiliz sistemi değişmeye başladı.

Birçokları ise şu yorumu yapar: “Zaten değişen sistem kendine uygun adamları bulmuştu. Gittiler, ‘Hannover Dükü I. George, kral sensin’ dediler. O da kendini kral zannetti.” Aslında asrın başındaki settlement after settlement dediğimiz; İngiliz anayasal sistemini baştanbaşa değiştiren ve hâkimlere kraliyet ve hükümet karşısında büyük bir hukukî bağımsızlık ve güvence veren sistem sayesinde İngiltere’de yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü giderek yerleşiyordu. Fransız İhtilali’nin 100 sene sonra o kadar kan dökerek bile tam beceremediği bir sistem, İngiltere’de böylelikle oturmaya başlamıştı. İngiliz aristokrasisinin ve üstün sınıflarının en önem verdiği şey hukuktu. 100 sene sonra Doğu’dan ziyarete gelen bir Doğulu, kanunlarını bizim aksimize oturup kendileri yapıyorlar, halbuki bizimkisi Allah’tan gelmedir, demişti. Bunda ne bir özenti vardı ne de bir tenkit. İngiliz sisteminin basit bir tarifi yapılıyordu. Kanun demek hukuk demek. İngiltere’de daha çok bir usul meselesiydi ve ne kilise ne de tac ona karışabilirdi.

Tophane Kışlası.

Hukuk felsefesinin yayılmasından çok usul hukukunun pratik yönleri üzerinde durulmuştu. Hukuki üstünlüğün ve teminatın böyle geliştiği bir ülkede ziraat henüz büyük problemlerle karşı karşıyaydı. Lordlar, köylülerin yetiştireceği birtakım bitkilerle, birtakım tahılla beslenmektense, onları topraklarından sürmeyi ve hem et hem yün temin eden, bilhassa yünü çok para eden ve İngiliz tekstil sanayiini patlatacak olan hayvancılığı tercih ediyorlardı. Enclosure movement uygulamasıyla her taraf çitlerle çevrildi. Köylerinden kopan insanların yollarda açlıktan ölmeyenleri, sürünmek ve çekişmek için birtakım yeni endüstri merkezlerine yığıldılar. Buralarda İngiltere’nin iki dalı gelişti. Birisi tekstil-dokuma; ikincisi madenlerden çıkarılan demir cevherinin ormanları keserek işlenmesi. Avrupa’nın ilk demir köprüsü de burada yapıldı. Ve o köprünün etrafında gelişen madenci şehri Iron Bridge (Demir Köprü) adını aldı. Bu, hakiki bir demir köprüydü.

1700’lerde Britanya adalarının nüfusu 6 milyon kadar tahmin ediliyor. 1800’de 10,5 milyona yükselmişti. Tabii neredeyse ikiye katlanan bu nüfusun çok müreffeh, çok hür, çok eğitimli olduğunu söylemek mümkün değildir. Ama halk ne kadar cahilse, okumuş takımın seçkinleri de o derece eğitimliydi. Bu dönemin İngiliz aristokrasisi ve okumuşları hiç şüphesiz ki Avrupa’nın en renkli insanlarıydı ve bilgileriyle cihanı fethediyorlardı. Ancak iki misli artan nüfusa karşı tarımsal hasılat ancak yüzde elli artmıştı. Peki bu insanlar aç mı kalacaktı?

Ne beis var… Dörde katlanan denizaşırı ticaret, beşe katlanan fabrika üretimi İngiltere’nin zenginliğini sağlıyordu. Onlar yiyeceği dışarıdan almalıydı. Neresiydi o dışarısı? Osmanlı İmparatorluğu. O devrin bütün fermanları kaçak ticarete karşı çıkarılmıştır. Adalardan üzüm getiren gemilere, Dobruca’dan tahıl taşıyanlara, filanca yerden deri getirenlere yabancılara mal devretmemeleri emrediliyor. Ama yapılacak bir şey yok. İngiltere’nin yanında Avusturya henüz aç değildi. Zaten özellikle tekstil, dokuma, dericilik dalları ile büyüyen bir sanayii vardı. Onun da ihtiyacı Balkanlar’dan sağlanıyordu. Bunlar yasak ticaretti. Sevk edilenler ticarete konu olmayacak stratejik mallardı.

Ama dinleyen kim? Kısa zamanda Balkanlar gelişmeye başladı. Çobanların, tarımcıların yaşadığı Bulgaristan’da, fakir Sırbistan’da zenginleşen bir tüccar sınıfı ortaya çıktı. Moskopol (Voskopoje), Filibe, Gabrovo gibi tahıldan, dericilikten zenginleşen ve hatta tekstil merkezine dönüşen yerler belirdi. Buralarda şehirler gelişti, okullar ve yetimhaneler açıldı. Manastırlar daha iyi beslenmeye başladı ve o beslenen manastırlar Bulgaristan’dan ta Yunanistan’a, Selanik civarında Aynaroz’a kadar yayıldı. Aynaroz’da Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Bulgar Ulusçuluğunun babası sayılan Paissij Hilandersky 1762 yılında ilk Bulgar Tarihi’ni yazdı. Bu tarihte, “Ey Bulgarlar! Uyanın, kendinize gelin, şanlı geçmişinizi anlayın” diyordu.

Anlaşılan Rönesans’tan beri gelişen Hellen-Yunan milliyetçiliğine karşı Bulgar milliyetçiliği kilise saflarında yeşermeye başlamıştı. Milli benliği ve tarihi hakkında pek fazla malûmatı olmayan Bulgaristan zenginleri ve halk tabakası bir asır içinde eğitilecek, Bulgar milliyetçiliği gelişecekti.

Türk savaşlarından sonra Akdeniz’e ve Adriyatik’e inen, Trieste ve Rijeka gibi yerlerde limanlar kuran Avusturya, Akdeniz ticaretini genişletti. O kadar ki artık Avusturya tebaası olan Toscana Dükalığı ahalisi, Avusturya pasaportuyla Haleb, Şam, Trablusşam, Trablusgarp gibi şehirlere yerleşecekler ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Avusturyalıların ticaret ağı gelişecekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder