3 Eylül 2017 Pazar

18. Yüzyıl Avrupası'nda Değişen Devletler Dengesi

18. yüzyılın Akdeniz dünyası ve Avrupa devletler dengesi bir hayli değişmiştir. Avusturya ve Almanya İmparatorluğu dediğimiz bölge bilhassa Türklerin fetih devrimi ve 1683-1699 arasındaki gerilemesinden sonra bugünkü Macaristan’ı, Erdel’i, Slovakya’yı ve Adriyatik’e kadar olan kısmı sınırlarına katmıştır. Buralarda manüfaktürün geliştiğini görürüz. Hollanda, Almanya ve İngiltere’den gelen yatırımcılar, müteşebbisler yeni sanayi ve manüfaktür dalları kurmaktadırlar ve Avusturya Akdeniz ticaretine katılmaktadır. Dahası var, Avusturya veraset yoluyla Toscana Büyük Dükalığı’nı eline geçirmiştir.

Toscana Büyük Dükalığı demek, hepimizin bildiği bütün haşmeti, zerafeti ve inceliğiyle birlikte, Floransa’nın sanatları, dokumaları, müteşebbis sınıfı, tüccarları demektir. Bunların Avusturya tebaası olduğunu tasavvur edelim. İktisadî hayatta en büyük zenginlik nitelikli emektir ve onun daha kapsamlı, kârlı çalışanı da teşebbüs demektir.

Nitekim Avusturya 1727’de korsanlık faaliyetlerini önlemeye yönelik seyrüsefain, yani gemi ticaret ve ulaşım anlaşmalarıyla, ayrıca bir konsolosluklar ağının teşekkülüyle birlikte Garb ocakları diye bilinen Cezayir, Tunus ve bugün Libya dediğimiz Trablusgarb bölgesinde ve Doğu Akdeniz’de ticarete açılmıştır. Yoksa bu anlaşmalara gelinceye kadar, korsanlık devletlerin desteğinde gerçekleştirilen resmî bir faaliyetti. Demek ki 1727’den itibaren Avusturya Akdeniz’in bu bölgesindeki ticarete açılmıştır.

Öte taraftan bugünkü Bulgaristan ve Makedonya taraflarında, yani bütün Tuna mansabında, Eflak beyliğinde de aynı şekilde ticarî bağlarını kurmuştur. Birdenbire Bulgaristan’ın iktisadi hayatı içinde mesela abacılık ya da hammadde dokumacılığı gelişmekte, dericilik gibi dallar inkişaf etmektedir. O kadar ki Bulgar milli tarihçileri 18. yüzyılı belki biraz abartmayla da olsa ülkelerinin Rönesansı diye adlandırmaktadırlar. Hakikaten şehirlerde hayat gelişmektedir. Kırsal alanlarda çiftlikler teşekkül etmektedir. Çok ilginçtir bu çiftliklerin ve bu zenginliğin yarattığı yeni bir siyasî yapılanma ortaya çıkmaktadır.

Mesela Pazvantoğlu, Vidin’de ortaya çıkmıştır. Bu yerel beylerin çoğu eski Osmanlı asker, kapıkulu ve yöneticilerdir. Buralarda eski Türk idaresi mevcuttur. Osmanlı idaresinin sancak beyleri tarafından veya sancak beylerinin, valilerin yanındaki kul sınıfı dediğimiz levent ve yeniçerilerin içinden çıkma komutanlar tarafından örgütlenmiş kuvvetlerle bu vilayetlerin, bu livaların yönetimini mütesellim olarak ele geçirenlerin kurduğu yeni bir düzen söz konusudur. Çoğu zaman tarihimizde bunu bir başıbozukluk dönemi diye okuruz. Halbuki doğru değildir.


Viyana Kuşatması’ndan sonra devletin eski asayişi, müdafaa düzeni sarsılmıştır. Bu boşluğu doldurmak için merkezin müdahalesi gecikmekte veya acemice kalmaktadır. O zaman âyan sınıfından gelme birtakım yerel komutanlar mütesellim olarak, İngilizce tabiriyle custody protector olarak ortaya çıkmaktadır. Eski paşaların kul takımının, muhafızlarının içinden çıkma ve yerel politikacılar da diyebileceğimiz bu becerikli kimseler yerel yönetimi bir şekilde ele geçirmektedir. Bu gibi ailelerin sayısı çoktur. Anadolu’dan gitme “at ağası”, Suriye’de meşhur Attasi ailesi olmuştur. Hatta Mersin’den çıkma bir Hıristiyan ailesi olan Sursuklar, bu yeni gelişen bölgelerde mesela Cebel-i Lübnan’da büyük araziler satın almakta, para ticaretiyle zenginleşmekte ve o ülkenin tarihinde yerini almaktadır.

Daha sonraları II. Mahmud devrinde Yanya Paşası Tepedelenli’nin –ki tamamıyla Anadolu’dan gitme bir gençtir– oradaki Arnavut, Rum, Türk mahallî kuvvetleri biraraya getirerek Yanya ve civarında adeta hükümranlığını ilan ettiğini görürüz. Bu nasıl oluyor? Kuru zorbalıkla mı? Hayır. Bir yerde asayişi sağlıyor. En mühim şey insanların güven içinde yaşamasıdır. İkincisi, vergi alıyor. Bu vergiler belki çok hafif değil ama belirgin. Herkes ne verdiğini, vereceğini biliyor. Üçüncüsü, gerekli bayındırlık eserleri, yollar, köprüler yapılıyor. Merkezî hükümetin çoktan beri ihmal ettiği şeyler tamamlanıyor. Camiymiş, imaretmiş, çökük haldeki medresenin tamiriymiş, buradaki softaların giderlerinin karşılanmasıymış, bütün bunlar yapılıyor. Sadece Müslümanlar için değil, Hıristiyanlar için de manastırların güvenliğinin sağlanması, muafiyetlerine hürmet edilmesi, hatta ihtiyaç varsa tamirat yapılması gibi işler görülüyor. İşte bütün bunların sonucunda, Rumeli’de adem-i merkeziyetçi, merkezin iktidarından kaçan yeni gelişmeler göze çarpıyor, hiç şüphesiz ki bunlar 19. asırda II. Mahmut devrinde sona erecektir.

İstanbul Konferansı’nda bir oturum.

Ama bunlar, 18. asır için önemli gelişmelerdir. Dahası vergileri toplayanların kendi başlarına hareket etmeleri önlenmiş oluyor. Ve bir nevi malî belirlilik dönemine giriliyor. Fransa’da 17. asırda, özellikle Kardinal Richelieu zamanında bir malî merkeziyetçilik ortaya çıkmış ve öncül bütçe tertiplenmişti. Buna benzer bir gelişme oluyor. Bu Osmanlı maliyesinde önemli bir değişikliktir. Henüz ne olduğunu tam bilmiyoruz. Ama şunu söylemek gerekir ki, başta Mehmet Genç üstadımız olmak üzere, Yavuz Cezar gibi, Murat Çizakça gibi arkadaşların araştırmalarıyla bu malî dönem aydınlanmaktadır.

İmparatorluğun eski malî yapısı değişmektedir. 19. yüzyılda bir tür malî adem-i merkeziyetçilik sistemi gelmektedir. Merkezden kopukluk giderilecek ve sonra maliyede merkezileşme süreci başlayacaktır. Tabii bu çok uzun sürmüş, hatta gelişimi günümüze kadar devam etmiştir. Türkiye maliyesinin tam modern anlamda merkezileşmesi, vergi matrahının, nereye vergi konacağının tespiti, vergilerin toplanma işinin düzgün ve sabit kalemler halinde devam etmesi gibi bir sürece henüz girilmiştir.

Bir yandan da Akdeniz ticareti hem ülkedeki hammadde kaynaklarına girmekte, hem de yarı mamul maddeyi de çekmektedir. Artık güherçile bir tür temizleme işleminden geçirilerek, işlenerek yollanıyor. Bazı stratejik maddelerin satışı yasak olmasına rağmen buna uyulmuyor. Nüfusu iki misli arttığı halde gıda üretimi hemen hemen sabit kalan Britanya adalarının buralardan geçineceğine, tahılını meyvesini buradan götüreceğine hiç şüphe yoktur. Derece derece Hollanda, hatta Fransa gibi ülkeler için de bu söz konusudur.

Tabii o zaman bu kaçak ticaretle zenginleşen yerel insanlar göze çarpar. Bu durum imparatorluğun hemen bütün eyaletlerinde görülür. Ama onun yanı sıra artık Batı’ya yarı mamul maddeler yollayanlar da vardır. Bulgaristan aba üretimi ile zenginleşir. Eflak’tan kereste ihraç edilir. Sırbistan’dan yine aynı şekilde yün dokunarak gönderilir. Anadolu’da da bu böyledir. Artık tiftik kumaşı soflar değil, ama tiftik yünü ihraç edilir. Karadeniz kıyılarından gider, Akdeniz kıyılarından gider. Cebel-i Lübnan’da ipek dokuyan manüfaktür merkezleri ortaya çıkar. Şam’da, Haleb’de Avusturya tebaası İtalyanlar görüyoruz. Bunlar ne yapıyorlar? Mamulâtı toplayıp götürüyorlar. İzmir’de zenginleşen bir Levanten sınıfı var. Bunların çoğu İtalyan, Fransız, Hollanda asıllı. Önceleri aralarında İtalyanca konuşurken sonra Fransızca’ya dökmüşlerdir. Ege adalarındaki Rumlar fakir adalarını bırakarak bu zengin bölgeye göç etmeye başlamışlardır.

Yani Ege bölgesinin Hellen nüfusu bazılarının zannettiği gibi Büyük İskender ve Perikles devrinden kalma değildir. Bunlar doğrudan doğruya bugünkü Yunan adaları dediğimiz Ege adalarından göçüp gelen fakir köylülerdir ki çok gayretli ve çalışkandırlar. Onları çeken bereketli toprak sayesinde zenginleşmektedirler. Bu bir iç göçtür. İç göçle Kıta’nın Yunan adetleri ve ulusçuluğunu da birlikte getirmişler; İzmir Hellenleri İstanbul gibi değil, daha koyu Hellen miliyetçisiydiler...

İmparatorluğun içinde olan bir göçtür. İdare için problem değildir. Şimdi bu zenginliklerle yeni merkezler ortaya çıkmaya başlamaktadır ve 18. yüzyıldaki bu zenginleşme yerel güçleri beslemektedir. Her yerde birtakım aileler göze çarpmaktadır: Musul’da Kotalhalilzadeler; Suriye’de Attasiler; Rumeli’de Pazvantoğlu. Yerel hanedanlar da ortaya çıkmaktadır. Öyledir ki, nihayet III. Selim’i desteklemek ve IV. Mustafa’yı devirmek üzere Alemdar Mustafa Paşa adlı bir âyan etrafına başka âyanların da ordularını toplayarak İstanbul’a yürür. IV. Mustafa’nın tahttan indirilip III. Selim’in tekrar tahta çıkarılması söz konusu iken, IV. Mustafa amcazadesi III. Selim’i o anda ortadan kaldırmış, hatta Şehzade Mahmud’u da öldürtmek üzereyken, harem kadınlarının savunması sayesinde şans eseri kurtulmuş ve Osmanlı hanedanının kalan son vârisi II. Mahmud olarak tahta geçmiştir.

Bazı anayasacılarımız kolay benzetmelerle adeta 1215 İngilteresi’ndeki Magna Carta olayıyla 1809 Sened-i İttifakını mukayese ederler. Oysa 1800’lerin başında Rumeli’de merkezle çokça yapılan sözlü veya yazılı ittifakların bir benzeri, bir devamı olduğu anlaşılmaktadır. Fakat artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Osmanlı bu tip yerelliği, yerinden yöneticiliği kabul edemez. Nitekim yıllarca senetin II. Mahmud tarafından arşivden yok edildiği konuşulmuştur ama Prof. Dr. Ali Akyıldız, senetin tam metnini “Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme’ isimli kitabında yayınlamıştır. Çevdet Paşa “Tarihi”nde de bu metin vardır. Bu hadisenin ardından önce Alemdar Mustafa Paşa’nın yeniçeri isyanıyla yok edilmesine göz yumulmuş ve o iş bittikten sonra bu sefer yeniçerilerin üzerine yürünmüş, Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmıştır. Ve Anadolu’da müthiş bir operasyon zinciri ile Yozgat’ta Çapanoğlu, Rumeli’de Pazvantoğlu, Tepedelenli Ali Paşa gibi sayısız âyan devletin otoritesine teslim olmuştur. Teslim alınamayan tek adam, galiba gene Anadolu kökenli olup da biraz yanlış bir şekilde sonraki mekânıyla adlandırılan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dır. Mısır gibi zengin teşkilatlı bir ülkenin başına yerleşmiş ve kafa tutan bir vali olmuştur.

Nedir bu 18. yüzyıl dünyası? 18. yüzyıl dünyasında İtalya artık tarihi görevini çoktan tamamlamıştır. Şurası bir gerçektir: Venedik ve Cenova’nın hâkimiyetini yok eden Türk ilerlemesidir. Fatih Sultan Mehmed gibi bir cihangirin kurduğu imparatorluk kısa zamanda Balkan sınırlarını aşmış, Bosna’yı kapsamış, bugünkü Romanya’ya, Eflak ve Boğdan’a sıçramış, diğer taraftan Pontus İmparatorluğu ortadan kaldırılıp Kırım ele geçirilerek Karadeniz hâkimiyeti tesis edilmiş ve ardından da Kanunî’nin Rodos fethiyle Akdeniz’deki Venedik-Cenova hâkimiyeti önemli darbeler yemiştir.

Osmanlı parlamentosu.

16. asırda Kıbrıs’ın düşmesi, 17. asırda Girit’in Venedik’ten alınmasıyla İtalya’nın bu parlak deniz cumhuriyetleri ömürlerini tamamlamışlardır. 18. asırda bu eski parlak devletlerden, yani Toscana’dan, Cenova’dan, Venedik’ten geriye sadece adları, sanatları ve kültürleri kalmıştır. Artık vatanlarında ekmek bulamayan insanlar Avrupa’nın içlerine dağılmışlardır. Giacomo Casanova’nın, hepimizin çapkınlıklarıyla tanıdığımız bu Venediklinin asıl işi bile bu durumu ifade etmektedir: Casanova, Bohemya’da bir dükün şatosunda kütüphanecidir.

18. asrın İtalyan bestecisi, istediği kadar ünlü olsun, ekmeğini vatanında değil Avrupa içlerinde, Viyana’da bulur. İşte size ünlü Antonio Salieri. Aslında Mozart’ın hayat hikayesinin anlatıldığı “Amadeus” filmindeki kadar günahkâr ve çamur atılacak biri değildi. Viyana’yı Viyana yapan ustalardan biriydi. Musiki tarihçileri Viyana’nın bu tip İtalyan ustalar sayesinde bir musiki merkezi olduğunu teslim ediyorlar. Mesela Beethoven şehre, ancak Viyana Viyana olduktan sonra gelenlerdendir; yoksa Viyana’yı Viyana yapanlardan değildir. Bu dönemde İspanya da eski İspanya değildir. Akdeniz’de az gelişmiş, çöken bir imparatorluğu temsil etmektedir. Ve bu yönü ile de Osmanlı İmparatorluğu’na çok paralel bir görünümü vardır.

Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasındaki Safevi döneminde olan savaşlardan sonra İran, 18. yüzyılda belini doğrultamamıştır. Asıl önemli özelliği merkeziyetçi askerî ve bürokratik yapıya geçememesidir. Gene bir Türk imparatorluğu olan Afşar hanedanının kurucusu Nadir Şah döneminde Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanmış ve hatta orada kısa bir hâkimiyet kurmuşsa da imparatorluğun bu yapısı devam eder. Bu hâkimiyetin sembollerinden biri bugün Topkapı Sarayı’nın hazinesinde bulunan ve Şah İsmail tahtı diye tanıtılan güzel eserdir. Oysa yağmalanan Hindistan’dan ganimet diye alınan ve sonraki yıllarda Osmanlı tahtına diplomatik hediye olarak gönderilen bu tahtın Şah İsmail’le alakası yoktur. 18. yüzyılın İranı bir Hint ve İran karışımıdır. Sanatlar zirvesindedir. Şairler en kalabalık zamanındadır. Ama artık eski güçleri yoktur. Ayrıca modern dünyaya uyamamanın bütün görünümleri de mevcuttur.

Osmanlı Türkiyesi ise aksine birtakım sanatları İran’dan almaktadır. Osmanlı başkentini Fransa’nın bahçe mimarları, İtalya’nın barok zevki, hatta Latince, Yunanca bilgileriyle Dimitri Kantimir gibi entelektüellerin merkezdekilerle bir araya gelmesi süslemektedir. Kısacası 18. yüzyıl, merkezîleşen, modernleşen, teknolojisi büyüyen Avrupa’ya uyum sağlamaya başlayan bir Osmanlı’nın tarihidir. Bizim mektep kitaplarımızda anlatılan çöküntüye gelince, evet sınırlar gerilemekte, ama öte yandan cemiyet kendisini yenilemektedir. Ve doludizgin değilse de, ayakta kalmak bilinciyle 19. asra yürüyen ve ileride de dünyaya intibak edebilecek bir milletin ve tarihinin hazırlık safhası söz konusudur.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder