29 Ağustos 2017 Salı

Osmanlı'da Azınlıklar ve Millet Sistemi

Osmanlı İmparatorluğu’nda ve cemiyetinde millet dediğimiz zaman, tamamıyla kavramların üzerinde durmamız gerekiyor. Bu konularla ilgili noksanlığımız olduğu içindir ki siyasi hayatımıza kadar akseden yanlış yorumlarla dolu bir kavganın içine giriyoruz.

Millet Arapça bir sözdür. Fakat bu Arapça söz bütün Arapça önemli kavramlar ve terimler gibi yöntem olarak İbranca’da hatta Aramca’da ve bazı ahvalde de “Politikon” deyiminde olduğu gibi Yunanca’da aranmalıdır. Çünkü cihanşümul bir felsefe ve siyaset dili olan Arapça’nın kökleri semilingual kardeşler olan İbranca ve Aramca’dır. Ve ortaçağdaki kültürel saçaklaşma dediğimiz kavram dolayısıyla da Yunanca’dadır. Binaenaleyh bu üç medeniyet dairesine bakmayan bir İslam tetkikinin, bir Arabistik tetkikin hiçbir anlamı yoktur.

Millet Arapça’dan evvel İbranca bir kelimedir ve Aramca’dan gelir. “Söz” demektir. Burada bir metafor söz konusudur. Söz, kelamın ta kendisidir. Yani logos’tur ve Allah’ın sözü etrafında toplanan bir komünoteyi, bir cemaati, bir inançlılar kitlesini, bir inancı ifade etmektedir. Onun için bizim anladığımız millet budur. Fakat bizim kullandığımız, Türkiye Cumhuriyeti’nde kullandığımız bir millet vardır. Bu “millet” 19. asırdaki birçok Osmanlıca kelime gibi Türklerin yarattığı kavramlardandır ve doğrudan doğruya ‘nation’un tercümesidir. Nation Latince bir kelimedir. Bunun geldiği kaynak, “etnos”tur, Yunanca’dır. Dolayısıyla biz “etnos”la alakası olmayan “millet”i “etnos”a çevirmişiz ve bu şekilde kullanmaktayız.

Balıklı Rum Ortodoks Kilisesi. Thomas Allom. 72: Fenerbahçe’de Büyük Patrikhane. B. Sprassberger.

Bugün millet sistemine artık avdet etmemiz mümkün değildir. Bazı emperyal müesseseler vardır ki onun için sadece emperyal ideoloji değil bir imparatorluk tarzı gerekir. Nasıl ki Bizanslı ile modern Yunanlı da aynı insan değildir ve modern Yunanlı, Bizans’ın ideolojisini hiçbir zaman anlayamaz.


Bizans kelimesi bu imparatorlukta yaşayan eski insanlar için hiçbir şey ifade etmez. Çünkü onlar Romalıdır, Rum’dur. Bizans kelimesi bir ideolojik buluntudur. Doğrudan doğruya mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’na imparatorluk vasfını vermek için buradaki hakiki imparatorluğu bertaraf etmek amacını taşır. Bu çok enteresan bir yaklaşımdır ve burada bulunan Türklerin ataları, Müslümanların ataları da Türk lafını bilmelerine ve zaman zaman kullanmalarına rağmen, resmî olarak Rum kelimesini kendileri için de kullanmışlardır, bunu biliyoruz. Çünkü biz Roma İmparatorluğu’nun vârisleriyiz; Müslüman da olsak Romalıyız ve Roma İmparatorluğu olduğumuz için de kilisenin protektorası bize kaldığında, işler bir uyum halinde devam etmiştir, yani imparatorluk devam etmiştir ve o imparatorluğun içinde baştaki imparator bir Müslüman olmasına ve herhalde inancı bakımından pek tercih edilmemesine rağmen kilise onu benimsemiştir. Bu bir Roma İmparatorluğu’dur ve bunun içindeki sistem de ona göre gelişmiştir. Türklerin imparatorluğu, Müslümanların imparatorluğudur haliyle, ama bu bir Roma’dır. Roma’yı burada anlamak çok güçtür. Maalesef bugünkü tarih anlayışımız ve popüler anlayışımız itibariyle biz Roma İmparatorluğu’nun ne olduğunu anlamıyoruz. Roma İmparatorluğu sırf Hıristiyan demek değildir. Hıristiyan olduğu zaman da vardır, pagan olduğu zaman da vardır, ama Müslüman olduğu zaman da vardır.

Romalılıkta bir millî dilin, belirli bir etnos’un hâkim olduğu zamanlar vardır. Ama her şeye rağmen öbür diller de bunun yanında yaşar. Hiç şüphesiz bu imparatorluklarda askerî dil her zaman tektir. Birinci Roma’da ordu, ister Mezopotamya sınırlarında, ister uzak ve soğuk Germanya’nın sınırlarında bulunsun, her zaman Latince kullanmıştır. İkinci Roma zamanında ordu ister Mısır’da bulunsun, ister Balkanlar’da ve Herson bölgesinde bulunsun Helence konuşur. Üçüncü Roma olan Osmanlı zamanında ordu isterse Tuna kıyılarında, isterse Fırat, Dicle kıyılarında, ister Habeşistan sınırlarında olsun Türkçe konuşur. Çünkü askerî dil, komando dili çok önemlidir. Bunun gibi bürokraside de tek dil kullanılır, ama öbür dillere de yer vardır. İçtimaî hayata geçtiğiniz zaman diller ve dinler çok çeşitlidir. Bu cemaatlerin içinde çeşitli inanç sahiplerinin kompartımanlar halinde yaşaması çok olağan karşılanmalıdır. Zaten o kompartımanlara mensup olanlar da dinî inançlarının dışında başka bir hayat tarzı düşünmezler. Bu imparatorluklarda bir dinden bir dine geçiş hoş karşılanmaz. Yani bizden evvelki Roma İmparatorluğu’nda hâkim olan din Hıristiyanlıktır. O devirde birilerinin Hıristiyan olması tabii çok hoştur. Bizim zamanımızda birilerinin Müslüman olması, hidayete ermektir, tabii devlet için çok hoştur. Ama meselâ bir Yahudi’nin Hıristiyan olması hoş karşılanmaz, hatta Hıristiyanlığın içinde mezhep geçişleri bile hoş karşılanmaz. Ta ki 19. asra geldiğimiz zaman böyle vakalar tabii olmuştur ve gittikçe yayılmıştır. Bunun üzerinde durmak gerekir.

Fener’de Büyük Lise.

Böyle bir imparatorluğun içinde hiç şüphesiz ki millet bir birliği ifade eder ve millet teşkilatının başı olan ruhani lidere verilen ad, Yunanca ethnos ve arhon kelimelerinin birleşmesiyle meydana gelmiştir: etnarh, yani milletbaşı. Bu kişi, sadece ruhanî lider değil, idarî, hukukî işlere bakan, hatta okul işlerine bakan kimsedir. Çok enteresan bir gelişme, Batı takvimine göre 1453 yılının kış aylarında ve ardından 1454’ün Noel’inde, Patrik Ghennadios Fatih Sultan Mehmed tarafından davet edilmiştir ve bu davetin tasvirini ilk defa Babinger çizmiştir.

Babinger’in ne Türkler ne de Ortodoks kilisesi için hususi bir sempati duymasına gerek var, yani o konumda biri değil biliyorsunuz, Bavyeralı bir Osmanist’tir, Osmanlı tarihçisidir. Bu töreni çok orijinal olarak anlatır; Patrik âsasını hükümdardan almıştır ve Fatih Sultan Mehmed vezirlerle ve başka devlet ricâliyle yemek âdetini kaldırdığı, ref ettiği halde, Patrik’le birlikte öğlen yemeğini yemiştir. Yemekten sonra dönüşte bütün vezirler Patrik’e refakat etmektedir. Kendisine kır atlar hediye edilmiştir. Bu kır atlar çok önemli bir hâkimiyet sembolüdür ve Patrik kır ata binerek bir milletin başı, hem de aşağı yukarı bir ortak milletin başı olarak Patrikhane’ye avdet etmektedir. Avdet ettiği yer hiç şüphesiz bugünkü Patrikhane değildir. Çünkü oraya 16. asır sonunda gelinmiştir. O sırada Patrikhane henüz şehrin ortasındadır. Tahminen bugünkü Fatih Camii civarındadır ve Palaiologoslar (Paleologlar) devrinden beri ilk defa olarak kendisine bütün Ortodoks inançtaki milletlerin, sadece ruhanî liderliği değil idarî, malî, adlî liderliği ve maarif otoritesi olma görevi yüklenmektedir. Bu Tanzimat’a kadar böyle devam edecektir. Çok önemli bir husustur: Bu dünyada bu mezhebin dışında kalan, Antikalkedon dediğimiz kiliselerin birliğini temsilen bir Ermeni Patriki vardır ve bu makam elan devam etmektedir bu yapı ve Ermeni Patriği İstanbul’a tayin edilmektedir. İstanbul’da Ermenilerin ruhanî bir makamı yoktur; burada Eçmiyadzin, Sis, Ahdamar ve Kudüs’teki patriklik gibi bir makam yoktur. Kendisine denmiştir ki: “Sen artık millet başısın”, yani Etnarh’sın. Bu tamamıyla Roma sistemidir. Ruhanî liderin kim olduğu mühim değildir. Eçmiyadzin’deki katolikos bile size tâbidir. Vergisini size verir ve sizin jürisdiksiyonunuza, cezaî takibatınıza tâbidir. Bunun dışında aranızda nasıl bir ruhanî ilişki olduğu bizim sorunumuz değildir. Bu böyle de devam etmektedir.

451 Kadıköy Konsili’nin kararlarına iştirak etmeyen kiliselere “Antikhalkedon”, yani Kadıköy karşıtı kiliseler denir ve bu iki grup yani Mısır’ın Kobt [Kıbtî] Kilisesi, Süryani Kadim Kilisesi ve Ermeniler, bir ara imparatorlukta aynı idareye tâbi tutulmuşlardır. Gayriresmî olarak ayrı malî hükümlere ve idarî teşkilata sahip olsalar da, idare bunları bir ölçüde tutmuştur. Ta ki 19. asra gelene kadar…

Nihayet bu imparatorlukta çok önemli bir özellik, önemli bir Yahudi nüfusu vardır. Bunlar burada eskiden beri yaşayan ve Romaniyot denilen, Bizans’tan kalanlar, artı Ortadoğu bölgesinde yaşayanlar, fakat büyük ölçüde İspanya ve Portekiz’den İtalya yoluyla göç edenlerdir. 19. asra doğru bunlara “Aşkenazi” dediğimiz –Almanyalı Yahudiler demektir– Yiddiş konuşan bir grup da katılacaktır. Ve bunu biz pek bilmiyoruz. Kültürel hayatımızda 19. asrın Osmanlı Yahudiliği içinde bir klasik Akdeniz kültürünü saklayan ve çoğunluğu teşkil eden İspanya, İtalya, Portekiz kökenliler vardı. Ayrıca, metropolde pek görülmeyen Arapçayı ve Ortadoğu kültürünü muhafaza eden Yahudiler vardır. Fakat asıl önemlisi ta 17., 18., 19. yüzyıllarda Doğu Avrupa’dan kaçıp Osmanlı ülkelerine sığınan ve Yiddiş dilinde konuşanlar vardır. Bu bizi yapı olarak tamamlamaktadır.

Şimdi 19. asırla birlikte, insanlar çok değişik bir yapının içine giriyorlar. Bizim 19. asırdaki reformlarımız, hem reformdur hem değildir. Reformdur, çünkü bu yapı değişmektedir. Değildir, çünkü çok eskiden kalma âdetler devam etmektedir.

Gayrimüslimlerin askerlik yapmaması meselesi bizim tarih edebiyatımızda ve yanlış tarih bilgimiz dolayısıyla siyasî edebiyatımızda son derecede yanlış olarak bilinen ve yorumlanan bir olaydır. Gayrimüslimler askerlik yaparlar. Hem sadece öyle tabip, eczacı, mühendis olarak değil, bayağı muharib sınıfların içinde de bulunurlar. Sırf subay olarak değil, nefer olarak da yaparlar. O kadar ki Osmanlı donanması Noel’de ve Paskalya’da demir atar, çünkü mürettebatın çok önemli bir kısmı yortu için evine gitmek zorundadır. Bu durumu ve uygulamayı sadece o zaman hekim Aleksandrios veya kimyager Polikarpos’la veya eczacı Dadyan Efendi’yle sınırlayamazsınız. Mürettebatın içinde, ayrıca orduda önemli miktarda gayrimüslim vardır.

Askerî mekteplerde okuyanlar da vardır. Birinci Cihan Harbi’nde zaten gayrimüslimler de askere alınmıştır ama bunları maalesef imparatorluğumuzun who’s who’su, yani “kim kimdir”i iyi hazırlanmadığı için bilmiyoruz. Düzgün bir nüfus sayılmadığı ve imparatorluğun üçte bir nüfusu gayrimüslim addedildiği için, önemli okullarımıza bu oranlarda tabip alınır, veteriner alınır. Mekteb-i Mülkiye’ye, idareci yetiştiren mektebe talebe alınır. Hıristiyan cemaatler arasında çekişme olur. Mesela Ermeniler, “Rumları fazla alıyorsunuz, biz daha çok olmalıyız” gibi itirazlarda bulunurlar. Zaman zaman düzenlemeler yapılır zaman zaman. Ama her zaman için numerus clausus esası üzerinden, gayrimüslimlerden üçte bir oranında talebe alınır.

Daha da ilginci, Osmanlı padişahı son Roma imparatorudur. Selamlık resmine, Cuma selamlığına çıktığı zaman selam kıtasının içinde gayrimüslim milletlerden subay ve çavuşların bulunmasına dikkat edilir. O kadar ki 19. asırda Ermeni Katolikler ve Latin milleti dediğimiz, Roma Katolik Kilisesi’ne mensup kişiler, “Bizden de çavuş ve mülazım (teğmen) bulunsun” demişler, bu da kabul edilmiştir.

Bu toplumda insanların, modern bir toplumda olduğu gibi, standart görevler ve uniform dediğimiz ortak yeknesak mevkiler için kavga etmeleri söz konusu değildir. Herkes kendi kompartımanı içinde kavga eder. Ermeni kendi sınıfı içinde, “amira” dediğimiz yüksek zümrenin insanlarıyla çekişir. Onların yerini almak için uğraşır. Musevi aynı şekilde kendi kompartımanı içinde kendininkilerle çekişir. Rum Ortodoks nüfus için de bu böyledir. 19. asrın etnik milliyetçiliği dolayısıyla bir müddet sonra Makedonlar, Bulgarlar Hellen unsurla çekişmeye başlamışlardır. Mesela Bulgaristan tarihinde 19. yüzyılda, bilhassa maarif reformları sırasında, Bulgarların, Bulgar halkının asıl çekiştiği unsur Bâbıâli’nin Türk Müslüman memurlarından çok, Fener Rum Patrikhanesi’nin mensupları ve temsilcileri olmuştur.

Din bir kültürdür, dinî inancın etrafında bir kültür hâsıl olur ve insanlar bunu kaybettikleri zaman, velev ki lisanlarını korusalar bile, artık yaşam biçimlerinde ve hayata bakışta değişiklik meydana gelir. Mühim olan Ortodoksluk veya Protestanlık meselesi değil. Biz burada din tartışmıyoruz. Ama biz kültür tartışıyoruz. Dolayısıyla Protestanlık bu ülkelerin kültürünü tahrip ediyor, dedik. Bu tabii tasvip gördü ve bunun üzerinde durmak gerekiyor.

19. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında Protestan faaliyetlerin neleri tahrip ettiğini anlamak için pekâlâ günümüze bakabiliriz. Bizim klasik millet sistemini altüst eden gelişmelerden biri de bu olmuştur. Milletler, yani eski inanç grupları yeni gelişmeyle karşı karşıyadır ve bunun yarattığı çatışmalar, gerilimler Rum Ortodoks Kilisesi’ni de, Ermeni Kadim Kilisesi’ni de, Süryanileri de etkisi altına almaktadır. Nihayet 19. yüzyılda çok daha önemli bir olay, mezhep değiştirme işlemleri de artmaktadır. Daha evvel millet statüsüne sahip olmayan Latin milleti, bir millet statüsüne sahip olmaktadır, çünkü bir hayli İtalyan vardır. Yani İtalya’da ekmeğini sağlayamayan birtakım insanlar buraya gelmişler, iyi de etmişlerdir. En azından Beyoğlu mimarisini onlara borçluyuz. Bu mimarî sanatını onlar öğretmişlerdir. O dönemde İtalyanca çok yaygın bir biçimde konuşulan bir dildi. Gerçi bizim bildiğimiz İtalyanca değildi.

Daha da ilginci Yukarı Mezopotamya’dan göç eden Süryani ve Keldani dediğimiz, inanç sahiplerinin bilhassa Katolik olanları bu cemaate ilhak ettiği için onlar da tabii yerel dillerini bırakıyorlar. Böyle Türkiye’de Türkçe konuşan bir Katolik cemaat ortaya çıktı, bu enteresan bir gelişmedir. Yani din bazılarımızın zannettiği gibi hayatımızdan çekilip gitmiş değildir. Mühim bir kültürel olay ve değişim olarak el’an devam etmektedir.

Şunun üzerinde ısrarla durmak gerekmektedir. Osmanlı bir imparatorluktu, bunun klasik millet yapısı 19. yüzyılda darbeler yedi. Bu darbeleri yerken kendine has yeni mekanizmalar geliştirdi ve bu siyasî imparatorluk yapısıyla birlikte birçok şey tarihe karıştı, ama birçokları da karışmadı. Biz bu sistemi son derece akıllıca etüt etmeliyiz. Etmeliyiz ki zamanımızı iyi değerlendirelim ve hatta bazı problemler için bazı çözüm yolları bilelim. Hiçbir içtimaî teşekkül, yani toplum ve hiçbir siyasî teşekkül, yani devlet, tarihi reddetme ve görmezlikten gelme hakkına sahip değildir. Bunu yaptığı takdirde ortaya çıkan gelişmeler hakikaten o toplumu şaşırtır ve maalesef istenmeyen etkilerin de karışmasıyla kaosun içine itebilir; hoşlanmayacağımız gelişmelerden mutazarrır olabiliriz. Burada tavsiye edilecek şey ilmî gayret ve ilahî bir hikmettir. O inşallah herkese yardımcı olabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder