28 Ağustos 2017 Pazartesi

Osmanlı İmparatorluğu'nda Yönetim

Biz üç kıtada hüküm süren bir imparatorluktan söz ediyoruz. Ama bu imparatorluğun nasıl yönetildiği, bu yönetimin nasıl teşekkül ettiği, daha evvelki imparatorluklarla olan miras münasebeti maalesef çok ele alınmıyor. Okullardaki tarih kitaplarında Osmanlı tarihi bölümünde eyalet sistemi gayet kopuk, metne bağlanamamış, iyi yorumlanamamış biçimde talebenin ezberine sunuluyor.

Şunu söylemek gerekir ki Osmanlı idarî merkeziyetçiliği yani eyalet sistemi, taşra idaresi bütün büyük imparatorluklar gibi, yani tarihteki büyük Roma gibi, İran Sasanî İmparatorluğu gibi sağlam bir eyalet sistemine dayanır. Hatta Anadolu’da bu eyaletler bir ölçüde eski Roma eyaletlerinin sınır olarak da devamıdır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü coğrafya belirli şartları, belirli zorunlulukları getirir. Onları durduk yerde değiştirmeye kalkmanın akılla ilgisi yoktur. İşleri birbirine karıştırırsınız. Yeni bir şehir teşkil etmek bir maceradır. Eski şehirler uzun bir tarih içinde hem coğrafya şartlarıyla, havayla suyla uyum sağlamış; hem ticaret yollarıyla münasebeti korumuş; hem de yakın beslenme kaynaklarını, ziraat yapılan kaynaklarını, su kaynaklarını mesafeye göre ayarlamışlarıdır. Binaenaleyh bütün bunları değiştirmeye kalkmak, bırakın ortaçağın zorluklarını, bugünün dünyasında bile bir çılgınlık sayılmalıdır.

Nitekim Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde Anadolu’da kurulmuş bazı şehirler vardır. Mesela Konya Karaman’nın Ermenek’i, Bursa civarındaki Yenişehir gibi; ama genellikle eski şehirler harap da olsalar Türkler Anadolu’ya girdiğinde yeniden diriltilmiş ve hayata devam etmişlerdir. Bunların çoğunun ismi de aynı kalmıştır. Telaffuz farklılığı vardır. Örneğin; “Eski Hisar” anlamında Paleokastron=Balıkesir veya Kengriyon=Çankırı veya Tripolis=Tirebolu veya Tefreke=Divriği gibi.

Hiç şüphesiz ki tamamen ismi değiştirilenler ve bir anlamda yeniden inşa edilenler vardır. İşte eski Türk şehri Muşkara. Bir tarihte Nevşehirli Damat İbrahim Paşa dediğimiz büyük sadrazamın gayretleriyle adeta yeniden inşa edilmiş ve Nevşehir halini almıştır. Bu gibi şehirlere “yeni şehir” demek kaçınılmazdır. Birtakım şehirlerimizin ise isimleri zamanla telaffuz değişikliğine uğramıştır: Trabzon (Trapezus) gibi, Giresun (Kerassus), Sinop (Sinope) gibi; bunları da anlamak lazım. Ordu gibi bazılarının ise tamamen yeni olduğunu söylemek mümkündür.

Şehir meselesi; toplayıcı, yönetici, üretimi planlayıcı yani üretimi dağıtıcı fonksiyona sahip bir şehir meselesi çok önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da, Selçuklularda olduğu gibi bir idarî bölgenin merkezidir. Osmanlı bu idari bölgeye sancak tabir eder. Buraya tek tuğlu amblemi rütbe işareti olan bir sancak beyi tayin edilir. Birkaç sancağın birleşmesinden ise eyalet meydana gelir. Bu eyaletin en stratejik, en önemli sancağı ve şehri ise paşa sancağı tabir edilir. Buraya beylerbeyi rütbesi ile bir vezir gelir. Bu “mareşal”dır. Yani bugünkü Batı dillerinde ve bizde “mareşal” dediğimiz zattır. Gördüğünüz gibi 19. yüzyıla kadar idare, askerîdir. Beylerbeyi aslında idarenin ana unsuru değildir, koordinatörüdür. Tamamen askerîdir. Çünkü savaş zamanı her sancağın tımarlı sipahisi ve sancak askerinin başında gelen sancak beyleri, beylerbeyinin üç tuğu altında toplanır. Ve ordunun gelen kanadına ilhak eder. Yani Osmanlı ordusu garba veya şarka savaşa gidiyor olsun, yol boyunca çığ gibi büyüyen bir yapıya sahiptir. Demek ki eyaletin altında sancaklar vardır. Burada sancak beyi oturur. Sancak beyinin yanına onun idaresinde olmayan, müstakil bir sancak kadısı tayin edilir. Bunlar ekseri Mevleviyet dediğimiz üst rütbeyi almış kimselerdir. Bulunduğu şehrin hem yargıcı hem belediye başkanıdır. Malî ve idarî görevleri de vardır. Fakat bir şeriat adamı olduğu için bazen ahalinin de temsilcisi olarak merkeze onlar adına bazı konuları arz eder.

Mesela ahali pazar kurmak istiyor bir yerde, onu arz eder. Filanca yerin değiştirilmesini istiyor, arz eder. Bir yerde birisi birtakım bağışlarda bulunmuş bir vakıf kurmuş, o vakfın bütçeden muaf olmasını ve orada mesela pazar kurulmasını veya oranın uğrak yeri olmasını istiyor, bunu arz eder. Birtakım vakıfların kontrolünü yapar.

Böyle bir üçüncü şahıs da defterdardır; bugünkü adı da böyledir. Maliye Nezareti’nin eskiden eyalet ve sancaklardaki temsilcisidir. Bunlar beylerbeyinden ve sancak beylerinden bağımsız memurlardır. Çünkü yaptıkları işin öyle olması gerekir.

Soldan Sağa; Başvezir, Kaymakam, Reis Efendi, Divan Üyesi. H. Lalaisse.

Eyalet ve sancaklardan başka kazalar vardır. Merkezde kadı bulunur ve asayiş işleri de subaşılara bırakılır. Hallice köy arazileri de zaim dediğimiz zeamet sahiplerine verilir. Zeamet, tımar sistemi içinde geliri bolca olan bir yerdir. İlla yüz bin akça sınırı diye bir şart yok. Bazen altında da olabilir, bazen çok üstünde de olabilir. Ama her halükârda tımardan çok daha irice bir parçadır. Ve zaim olan kimse orduya birkaç nefer cebeli asker (atlı, techizatlı asker) götürmek zorundadır. Yanındaki bu genç askerler yararlılık gösterdikleri takdirde onlara da bir tımar beratı verilebilir. Yani bir köyün bir kısmı onların idaresine bırakılır. Bunlar maaş almazlar. Bunların maaşı o bulundukları yerin toplanan gelirleridir. Onu usulüne göre harcarlar. Yani köyün yapılacak yolu, kontrol edilecek çeşmesi varsa ona dikkat ederler. Bu iş için derbentçi diye vergiden muaf köylüler vardır mesela. Ayrıca kendisi de gelirine göre bir iki asker veya üç celebi ile savaşa katılır. Yıllık geliri 20 bin gümüş akçadan aşağı tımarlı pek yoktur. Ve bunlar bir köye müstakil olarak tasarruf etmezler. Bir köy cesametine ve gelirine göre iki veya üç tımarlı sipahi arasında taksim edilir.


Sancak valisi bir paşanın maiyet alayı. De l’Espinasse.

Bu demektir ki Batı’daki feodal sistemden farklı olarak, bir bölge, bir halk toptan bir feodal beyin emrine verilmez. Bu sistem burada bir farklılık gösterir. Bizim literatürümüzde Mübeccel Kıray’ın lord-bürokrat dediği bu adamlar evet bir nevi toprağı kontrol eden, yöneten bir sınıftır, fakat bunların istiklal kazanmalarını önleyecek mekanizmalar geliştirilmiştir. Aynı şekilde zaimler de bir köye, bir kasabaya tek başına hâkim olamazlar. Sancağın içinde de sancağın bütün yönetimi olduğu gibi bir sancak beyine bırakılmış değildir. Çünkü, mesela Konya vilayetinin –o zaman çok büyüktü– sancaklarından biri Niğde’dir, sancak beyi hassı da Nevşehir’dir. Mesela Niğde’nin bütün arazisinin sancak olarak bir sancak beyine bırakılması düşünülmez. Böyle bir şey yok.

Peki ne var? O sancakta mesela Ankara’ya bağlı Kırşehir sancak beyinin de arazisi vardır. Niğdelinin de arazisi Akşehir’de olabilir. Oraya voyvoda denen bir vekil tayin eder. Aynî vergileri onun adına voyvoda toplar. O onun için asker gönderir. Bunun gerekçesi çok açıktır. Bir tarafta yangın ve selle bir yıl bütün gelir yok olursa, öbür taraftan onu karşılayabilir ve hizmetini görebilir. Ama asıl önemlisi hiç kimse bir bölgenin tek başına beyi-lordu olamaz. Şark’ta çok eskiden beri tatbik edilegelen sistem bunu engeller.

Aynı şekilde mesela koskoca Kastamonu eyaletini alın; o zamanki Kastamonu bugünkü gibi değil. Yani çağdaş Bolu, çağdaş Zonguldak, Sinop sancağı zaten ortada yok, Bolu sancağı, Sinop sancağı ve Kengırı denen Çankırı sancağı hep bu eyalet içindedir. Ve şimdi zannetmeyin ki Kastamonu’da oturan beylerbeyinin bütün hasları o eyalettedir. Hayır Ankara’da da vardır. Hatta tetkik edilirse mesela Hüdavendigâr dediğimiz Bursa ve civarı sancaklarında da olduğu görülür. Bu ona yıllık gelir bakımından bir güvence sağladığı gibi, bir yerde tek kişinin kuvvetlenmesine de manidir. Kaldı ki sancak ve eyalet merkezindeki kaleler doğrudan merkeze bağlıdır. Burada kale dizdarı dediğimiz komutan yeniçeridir ve kale erleri bulunur. Bunlar ayaklanan bir sancak beyine veya beylerbeyine kalenin kapılarını kapatırlar. Kalenin içinde adamlar nasıl yaşıyor? İyi muhafaza ediyorlar mı orayı? Edepleri ile mi yaşıyorlar? Olmayacak yerdeki otları biçmeden mi bırakıyorlar? Cephanelikler kontrol ediliyor mu? Bu teftişi beylerbeyi değil, kadı yapar. Dolayısıyla her sancakta, her vilayet-eyalet merkezinde bir kale içinde yeniçeri garnizonu bulunur. Demokles’in kılıcı gibi durur öbürünün tepesinde. Onun ayaklanmasını önler. Yoksa merkezi sistemi başka türlü nasıl izah edebilirsiniz? İstanbul’dan bir ulak ferman ulaştırıyor. Ve fermanda paşanın katli emrediliyor. O da boynunu uzatıyor. Bu çok ayrı bir sistemdir.

Demek ki beylerbeyi ve sancakbeyi gibi Enderun’dan çıkma seçkin kişiler haslara sahipler. Bu haslar onlara görevleri boyunca ait. Oradan başka yere giderse veya azledilirse orada kalıyor. Kaydı hayat şartıyla verilmiyor. Ama zeamet ve tımarlar o yerin zaim ve sipahisine kaydı hayat şartı ile verilir. Ve şartları yerine getirirse, muharebeye giderse, ahlaksızlık ve yolsuzluk yüzünden azledilmezse burası çocuğuna da geçer. Burada bir ırsiyet de söz konusudur. Tabii bu timar beratları çok zor alınır. Ve bu arızî bir durum değildir. Adeta burnunu sürte sürte verirler ki, adam orada çok sağlam oturduğunu hissetmesin ve düşünmesin. İşte bu bir memuriyettir. Bu merkeziyetçi bir imparatorluktur.

Eyalet sistemimiz hiç şüphe yok ki memurların birbirleri üzerindeki bu karşılıklı kontrolü ve sert askerî hiyerarşi sayesinde kendini ayakta tutmuştur ve Doğu monarşilerinde Akdeniz imparatorluklarında görülen sistemler birbirlerine enteresan şekilde de benzer. Hepsinin temelinde kendisine verilen devlet emaneti çifti süren reaya yatar. İşte o vergi mükellefidir. Ve onun tespiti çok mühimdir. Bu, fetihten hemen sonra ortalık daha barut dumanı içindeyken yapılan tahrirle mümkündür. Ne yetişiyor orada, verim nedir, köyler ne kadardır, nüfusu nedir? Hepsi kaydedilir. Ondan sonra bunlar tımar ve dirlik olarak kime tevcih ediliyor veya vakıf olarak mı, emlak olarak mı eski sahiplerine bırakılıyor, deftere kaydedilir. İki; mufassal denen bir tahrir defterinde de oradaki nüfus vergiye müstehak, vergi vermekle yükümlü ve haklı olan sınıf sayılır. İşte bunlar bizim imparatorluğumuzun içtimaî tarihi için zengin ve vazgeçilmez belgelerdir.

Bu sistem nasıl değişmiştir? Hiç şüphesiz ki 18. yüzyılda merkezî ordular kurulmuştur. 19. yüzyılda teknoloji, ulaşım gelişmiştir. Merkezî orduların daimî surette beslenebilmesi için merkezî ve ehil işleyen bir malî sistem ve maliye bürokrasisi geliştirilecektir. Yeni vergiler konulacaktır. Dolayısıyla bu, taşra idaresine de aksedecektir. Eyaletin adı vilayet olur. Eyaletin başındaki beylerbeyi ve vezirpaşa yerine bir vali gelir. Bu vali sivil validir. Ama bir de ordu vardır ve ordunun başında müşir bulunur. İkisi birbirinin sahasına karışmaz. İkisinin arasında nasıl bir denge kurulacak? Kurulmuş dengeyi kaçıran yerler var mı, var. Bugüne kadar devam ediyor. Onun altındaki sancaklara mutasarrıflık denmiş. Liva başına bir mutasarrıf, sivil memur, onun altında kazalar. Kadı kalktığı için, devlet hayatımızdan çıkıp sadece mahkemeye kapandığı için, kazada bildiğimiz kaymakam, Mülkiye’den ve Hukuk Mektebi’nden yetişme kaymakam var. Bunların yanında sancaklarda vilayet merkezinde defterdar, kazada mal müdürü dediğimiz şahıs bulur ve sancak ve kazanın altında da sevilmeyen ve çok az sayıda olan nahiye denen bir birim vardır. 19. yüzyıl karışık bir idare yüzyılıdır. Köylerde Hıristiyan ve Müslüman karışık oturuyorsa, yönetiminden her dinden ikişer muhtar ve din görevlisi (papaz, imam) sorumludur. Bir de köy heyeti teşekkül ediyor. İlk örnek bugünkü Bulgaristan yani Tuna vilayetidir. Midhat ve Cevdet Paşa’nın kaleminden çıkan bir statüdür bu. 19. asrın modern taşra idaresini ve merkez bürokrasisini nizamnameler ve statü ile bu iki Osmanlı aydını kaleme almıştır. Tanzimat’ın akil idaresi yani Mustafa Reşid Paşa, Âli ve Fuat Paşaların idaresi sona erdikten sonra karışan her şey gibi birbirlerine düşman iki tip haline gelmişlerdir. Bu çok enteresan bir gelişmedir.

Türkiye eskinin üzerine dayalı yeni bir sistemle süratle yolunu almaktadır. Merkeziyetçi idare demiryoluyla, telgrafla ve maarif nezaretine bağlı okullarla gelişmekte, memur sayısı artmaktadır. Ve kocaman vilayetler yavaş yavaş bu merkezî kontrolün artması için kırpılmaktadır. İşte koca Ankara vilayetinden bir Yozgat, bir Kırşehir, bir Kayseri çıkmıştır. Koca Konya vilayetinden İçel çıkmıştır, Antalya’nın bir kısmı çıkmıştır. Hele son zamanda Beyşehir gibi, Ereğli gibi, Akşehir gibi yeni vilayetlerin çıkması söz konusudur. Niğde’den ayrılan Aksaray diye bir yer çıkmıştır. Aynı şekilde Koca Hüdavendigâr’dan Bursa, Kütahya, Bilecik ve Çanakkale çıkmıştır. Bunlar eski büyük eyaletlerin modern zamandaki şekillenmesi, biçimlenmesidir.

Osmanlı Devleti Rumeli’de 14. asırdan itibaren Lala Şahin Paşa’nın idaresinde sancak sistemini kurmuştur. Kısa zamanda eyaletler Macaristan’ın hemen hepsine, Podolya’ya yayılmıştır. Hatta Gürcistan, Azerbaycan gibi kısa süre fetihten sonra elde tutulan yerlerde de bu sistem görülmektedir. Ve çok enteresandır ki bu eski vilayetler yeni kurulan devletlerin menşei olmaktadır. Etnik, coğrafî, iktisadî bakımdan o derecede bir birlik vardır. Nerede bu sistem yürümemişse orada sorun çıkmıştır; Ortadoğu’da İngilizler ve Fransızlar eski Osmanlı eyalet taksimatını göze almayıp kendilerine göre cetvelle bir dünya yarattıkları için sorun devam etmektedir. Çünkü onlar suni çizgilerdir. Çizginin tarihî olanı, iktisadî olanı, asayiş bakımından işe yarayanı eski Osmanlı eyalet sistemidir. Bugünkü Türkiye’nin bu ananeye dikkat etmesi gerekir. Politikacıların lüzumsuz parçalanmalar ve farklı teşkilatlar öne sürerken dikkatli olmaları ve düşünmeleri gerekir. Aynı şekilde Türkiye’deki insanların da atalarının imparatorluğunun yönetim biçimini iyi tanımaları gerekmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder