26 Ağustos 2017 Cumartesi

Osmanlı ve Akdeniz Dünyası

Osmanlı İmparatorluğu Marmara Bölgesi’nde küçük bir beylik olarak doğdu, gelişti; fakat bu ilk yılların üzerinden daha 100 yıl geçmemişti ki Balkanlar’da ve Ege’de hâkimiyeti tesis etti ve bu Balkan hâkimiyeti hemen hemen bugünkü Bulgaristan ve Yunanistan’ın tamamını kapsadı. Çok kısa bir süre sonra Adriyatik, Tuna Nehri, Karadeniz kıyıları ve Mezopotamya’ya kadar uzandı. İkinci asrında Akdeniz’in batı yakası hariç, kuzeyi ve Kuzey Afrika da dahil çepeçevre saran bir imparatorluk olmuştu. Yani başka bir deyişle, gerek müesseseleri, gerek hayatı, gerek üniversalist hâkimiyet anlayışı ve gerek coğrafyası itibariyle bir Üçüncü Roma idi.

Akdeniz dünyası üzerinde kurulu olan Osmanlı İmparatorluğu bu bölgenin son muhteşem imparatorluğuydu ve onu bütün kültürleri, bütün mirasıyla birlikte barındıran ve çağdaş dünyaya taşıyan, asıl tarihî vazifesi de bu olan bir devletti, bir Akdeniz imparatorluğuydu.

Nedir bu Akdeniz dünyası? Akdeniz hiç şüphe yok yeryüzü tarihinde, insanlık tarihinde her şeyden evvel bir kültür çevresidir. Yani Almanlardan alınan ödünç bir kelimeyle “Kulturkreis”dır. Dünyada başka kültür çevreleri de vardır. Hint dünyası gibi, Çin gibi. Çin, yazısıyla ve ananeleriyle bulunduğu bölgede modellik etmiştir. Fakat hiç şüphe yok ki dünya ile bağlantısı kopuktur. Sınırlı ticarî ilişkiler dolayısıyla pragmatik bir şekilde, ipeğiyle, çok sonraları barutuyla, kâğıdıyla belirli katkıları olmuştur. Ama beşeriyetin ortak macerasında Çin dilinin, Çin yazısının, Çin tefekkürünün, hatta bizzat Çin’in büyük bir payı olduğunu, katkısı olduğunu söylemek mümkün değildir. O ayrı bir kültür çevresidir ve zamanımıza kadar da, dünyanın diğer kesimleriyle ana arterlerini bağlamak konusunda son derece sınırlı davranmıştır. Bundan sonra ne olacağını bilemeyiz.

Gene Hindistan, kültürü dolayısıyla en azından insanlığa sıfırı, aritmetik işlemlerindeki sıfırı öğreten bir kültür olması dolayısıyla önemlidir. Fakat bu Hindistan’ı çeviren muazzam Hint Okyanusu ve kuzeyindeki dağlar dolayısıyla dış dünyayla teması her zaman sınırlı kalmıştır. Buna rağmen Helenizm döneminde, İskender seferleri sırasında bir Yunanlılık tespiti mümkündür ve gene aynı şekilde Mezopotamya ve İran’ın üzerinde Hindistan’ın matematiğiyle, tefekkürü ile, lisan katkılarıyla bir payı olduğunu düşünmemiz gerekir.

Asıl Ortadoğu dünyası, yani Mezopotamya, Mısır, İran ve Anadolu hiç şüphesiz ki bugünkü uygarlığın kökünü oluşturmaktadırlar ve beşeriyet tarihinde Hz. İsa’dan beş bin yıl öncesinde buralarda ilk şehirler teşekkül etmiştir. İlk şehirlerin teşekkül etmesi demek, bu şehirler bir ziraî fazlaya dayanarak yaşayacağına göre, burada artık bildiğiniz anlamda zanaatlarla ziraatin meydana gelmesi demektir. Ve yeryüzü tarihinde neolitik devrim dediğimiz, yani cilalı taş devrine, kültürüne tekabül eden tarımcılık burada başlamıştır. Beşeriyetin bu yerleşmesi, toprağı ve tabiatı bu şekilde verimli olarak kullanmaya başlamasıyla da Ortadoğu medeniyeti, Mezopotamya ve Nil havzasında harikalar yaratmaya başlamıştır.

İnsanlık böylece şehir ve devlet safhasına ulaşmıştır. Çok ilginçtir, Akdeniz’in etrafındaki diller birbirine çok zıttır. Bir tarafta Sami diller, öbür tarafta Avrupa dilleri, onların muhtelif branşları ve bakarsanız bunlar çok değişik alfabelerle yazılmıştır. Ortadoğu tarihinde son iki bin yılın sadece alfabe konusundaki renkliliği bile, başka hiçbir yerle mukayese edilemez. Ne var ki bu alfabeler mantık olarak birbirinden çıkmıştır. Yani Latin ile Yunan’ın, Yunan ile Fenike’nin, Fenike ile birtakım Sami dillerin, alfabelerin fonetik ve fonemik biçimde düzenlenmesi, yani heceye dayanan işaretler olması dolayısıyla bir beraberlik görülmektedir.

Daha da garibi, birbiriyle alakası olmayan bu dillerin edebiyatı, benzerlikleri bir iken ikiye katlamıştır. Mezopotamya’nın en eski edebi dili Sümerce’nin, kendisinden sonraki Sami dillerle yapı olarak hiçbir akrabalığı yoktur. Ama bu dili sadece bugünün arkeologları, filologları değil o zamanların Samileri de biliyordu, Akkadlar da biliyordu, Babilliler de biliyordu. Sümerce metinleri kopya edip kütüphanelerde saklamak o uygarlığın başlıca aracıydı.


Bugün Güneydoğu Anadolu’da, Urfa’daki Sultantepe kazılarında, Sümerce Gılgamış metinleri bulunmuştur. Akkadlar Sümer şehirlerinde kazı yapıyorlar ve Sümer edebiyatını çivi yazısıyla kopya edip saklıyorlardı. Aynı keyfiyet Arî (Indo Avrupa) bir kavim olan Hititler için de söz konusudur. O çivi yazısı ki hem Sümer’in dili oluyor, çok ayrı etnik köklü bir dil, hem Samilerin dili oluyor. Asurlular, Babilliler, Aramiler ve hatta Hititliler vs. bu yazıyı yani çivi yazısı kullanıyorlar… Hint-Avrupa dalının İran gibi çok ayrı bir yönü de bu yazıyı kullanıyor. Demek ki Akdeniz ve çevresinde iki bin yılı aşkın bir süre aynı yazının kullanılması söz konusudur.

Nihayet Mısır’ın kültürü, inancı, tanrı anlayışı, tanrıları, mitolojisi başka kültürlere de geçmiştir. Bu temel yaklaşım yanında Akdenizliler çok erkenden birbirleriyle müessese alışverişi içine girmiştir. Ege bölgesinde MÖ 2000-1500 yıllarına ait Mısır eserleri bulunuyor. Ticaret çok canlı. Sadece Mısır eserleri mi? Mısır’ın dini, dinle ilgili kültürüne ait kalıntılar, mabetler bile var. Yahudilerin kavmî dininin, kendisinden sonraki tek tanrılı yapıları ne kadar etkilediği de var. Zıtlıkta bile beraberlik vardır. Sorunlar da ana inanışların aynıdır. İş bu kadarla da kalmıyor. Bu bölgelerin insanları birbirlerini çok erken tanıyorlar.

Tercüme dünyada Rönesans ile başladı sanılıyor, çok yanlış… Tercüme Mezopotamya ve Mısır’da çok erken zamanlardan beri yapılıyordu. Gılgamış Efsanesi, Yaratılış Efsanesi, Mısır’a ait birtakım hikâyeler ve bizatihi Tevrat’ın sayısız çevirisi bunu göstermektedir. Ortadoğu tercümeler diyarıdır. Sadece M.Ö 3000 ve 2000’lerde değil, Helenistik devrinden sonra milada yakın dönemlerde de bütün Yunan ve Süryani edebiyatının Arapça’ya taşınması, ardından Arapça üzerinden İbranca’ya ve Latince’ye taşınması gibi yeryüzü tarihinin en büyük tercüme faaliyeti Ortadoğu ve Akdeniz’de gerçekleştirilmiştir.

Dolayısıyla Akdeniz milletlerinin yaşamlarında, inançlarında, gramerlerinde, alfabelerinde büyük bir benzerlik, hatta bir birliktelik vardır. Bu birlikteliğin çok enteresan tezahürleri söz konusudur. Roma, ancak Julius Caesar’ın Mısır’ı almasından sonra bir imparatorluk olmuştur. Bu söylenir; yani Mısırlıların devlet yönetimindeki incelikler, bilhassa malî sistemleri, vergilendirme teknikleri Mısır’dan alınmış ve Roma’da gerçek anlamda maliyeyi yaratmış, Roma ondan sonra gerçek imparatorluk olmuştur.

Akdeniz milletleri birbirinin ürünüyle geçinir. Mısır’ın tahıl ve pirinci Roma İmparatorluğu’nu, Bizans’ı ve Osmanlı’yı beslemiştir. Çok sonraları Dobruca’nın hayvanları, koyun ve sığır türleri aynı şekilde İstanbul’u beslemiştir. Demek ki böyle bir yakınlık vardır. Suriye her zaman için lüks eşyanın menbaıdır. Lübnan’ın sedir ağaçları, bütün Akdeniz’in gemi sanayiini etkilemiştir, dolayısıyla böyle bir iktisadi birlik içinde, dini inanışlar kavga etse bile, aynı inanıştan ve felsefî yapıdan dolayı birleşebilmişlerdir.

Bunun ifadesi kendini 8. ve 13. asırlarda Endülüs kültürü ile göstermiştir. Müslümanlar, Yahudiler ve yerli Hıristiyanlar ortak bir dilin, Arapçanın ve ortak bir felsefenin etrafında birleşmekte ve bir ortak uygarlığı ortaya koyabilmektedirler ki buna da Endülüs Rönesansı denir ve 15. asırda Katolik istilası ile sona erdiğine de hiç şüphe yoktur. Nitekim 11. asrın Endülüslü ünlü kadısı Ahmed el-Endalusi, uygarlığı oluşturan milletler olarak kimleri sayıyor? Yunanlılar diyor, İbraniler diyor, İranlılar diyor, Romalılar diyor, Araplar diyor, Hintliler diyor; Çinliler ve Türkleri bu medeniyete pek katkısı olmayan, ama pragmatik ve pratik olarak yararlı adamlar diye niteliyor. Bunun dışındakiler coğrafyaları dolayısıyla medeniyete katkıları olan topluluklar değildir. O asrın şartlarını düşünürseniz bu doğrudur, ama ilginç bir şey vardır. Daha o asırda bile insanlar, bir ortak Akdeniz uygarlığından bahsedebilmektedirler.

Beyazıt Kulesi’nden İstanbul (Önde Süleymaniye Camii.) William Henry Bartlett.

Dinler ve etnik bölünmelerin dışında, İlhanlılar devrinin ünlü tarihçisi, Cami-üt-Tevarih adlı kitabında dünya tarihini yazan Reşidüddin bütün bu unsurları ithal etmektedir. Ve nihayet birçok insanın düşüncesine göre tarihçilik ve tarih sosyolojisinin hem babası, hem de torunu olan İbn-i Haldun o ülkenin verdiği mantık ve araştırma kültürüyle de bütün kavimlerin tarihini okudu ve öğrendi. Sadece Arapların değil, Romalıların, Türklerin hatta zamanın hahamlarının da bilmediği Yahudi tarihini Flavius İosephus gibi Roma devri Yahudilerinin eserlerinden okudu. “Mukaddime” eskimeyen bir klasik ama onun giriş yaptığı, “Kitab-ul Haber” adıyla kaleme aldığı umumi tarih de o derece de değerli.

1492’den sonraki İspanya, Yahudilerini ve Araplarını yani işe yarayan üretken nüfusunu sürdü ve öldürdü. Bunlar en çok Osmanlı’ya sığındılar. İstanbul, Selanik ve Rumeli’nin ücra şehirleri Kastorya ve Akdeniz adaları şenlendi. İspanya ise Amerika’dan yağmaladığı altınlara rağmen, mal üretemediğinden tarihte enflasyon canavarına teslim olan ilk ülkedir.

Akdeniz medeniyetinin son safhasını Türkler teşkil eder. Yapılan iş Doğu ile tekrar birleşmektir. Emeviler ve Abbasiler devrinde olduğu gibi, bilhassa Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra böyle olmuştur. Bu bölgedeki İtalyan cumhuriyetlerinin etkisi azaltılmıştır. Bu İtalya için sarsıcı bir başlangıçtır; ama Akdeniz’in doğu tarafı tekrar bir birleşme ortamına girmektedir. Ve 18. yüzyıla, yani Batı’da sanayi medeniyeti kurulup, onlar artık buhar gücüyle Akdeniz’e nüfuz edene kadar da bu böyle devam edecektir.

Akdeniz 18. ve 19. yüzyıllarda gerilemiş, dünyadaki en önemli birleştirici sentezlerini kaybetmeye başlamıştır. Bugün ne olacaktır? Bunu tespit etmek çok güçtür. Akdeniz’in çöküşünü, Osmanlı İmparatorluğu yavaşlatmıştır. Tarihteki rolü budur. Yani bu imparatorluğun kurulması, bütün Kuzey Afrika’ya, Doğu Akdeniz’e hükmetmesi sonucunda, Akdeniz bölgesinin gerilemesi yavaşlamıştır. 19. yüzyıldan sonra tekrardan dirilen, dünyaya intibak etmeye çalışan Akdeniz’in bundan sonra ne yapacağını bilemiyoruz. Denizin kuzeyinde nüfus azalırken güneyinde artmaya devam ediyor. Büyük çatışmalar, gerilimler ve farklılıklar ortaya çıkıyor. Osmanlı’nın ölüsü kendini her yerde gösteriyor. Vakıa Napoléon’un Mısır seferinden beri Akdeniz havzasında Osmanlı hâkimiyeti yavaş yavaş gerilemeye, bunun kalıcı, tahripkâr etkileri kendisini göstermeye başlamıştır.

Topkapı Sarayı birinci kapısı.

Osmanlı İmparatorluğu, 1300-1304 gibi bir tarihte kurulmuş sayılıyor. Tabii böyle bir devletin kuruluşunun, noter tasdikiyle tarihini belirlemek mümkün değildir. İlk elli sene içinde Marmara ve Trakya havzasında kuruluyor. Burada bir Marmara iktisadî ünitesi söz konusudur. Edirne’nin fethinden sonra Doğu Sırbistan, Güney Bulgaristan, Makedonya ve bugünkü Kuzey Yunanistan dediğimiz coğrafyaya yayılıyor. 1400’lerden sonraki dönemde buradaki hâkimiyet berkitiliyor.

Fakat Osmanlı tarihinin en üniversal zihniyetli, Roma İmparatoru karakterini, portresini en çok taşıyan hükümdarı II. Mehmed döneminde, idare itibariyle üniversalist yapıya ulaşılmıştır. Kıbrıs ve Girit gibi fütuhatla da aşağı yukarı 17. yüzyılda Akdeniz hâkimiyeti tamamlanmıştır. Kim ne derse desin, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz’de yalnız değildir, bu bölgeyi batıdaki İspanya Habsburgları ile paylaşmaktadır. Ama Akdeniz dünyasının egemen kuvveti durumundadır ve bu iki asırlık, iki buçuk asırlık dönem içerisinde imparatorluğun Akdenizli vasfını kazandığını görüyoruz. Osmanlı’da, Altınordu veya Orta Asya’daki Timur İmparatorluğu gibi Türk devletlerine göre sadece Batı dünyası ile bazı ortak müşterekler değil, fakat daha ziyade Akdeniz dünyasının ve bir Akdeniz imparatorluğunun özellikleri göze çarpmaktadır. Bu bizim tarihimizin bugünü oluşturan, bugünkü Türkiye’yi ve Türk toplumunu oluşturan en önemli çizgilerinden biridir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder