10 Eylül 2017 Pazar

Son Osmanlılar

28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’daki katli, bir dizi büyük hükümetin, en başta Avusturya-Macaristan, ardından Rusya ve Almanya’nın Sırbistan’a karşı veya taraftar tutumları dolayısıyla karşılıklı savaş ilanına neden oldu ve dünya, Cihan Savaşı’na girdi. Bu savaşa Türk İmparatorluğu, 29 Ekim 1914’te, Rusya’ya harp ilanıyla katılmıştır ve merkezî devletler olan Almanya, Avusturya-Macaristan ittifakında yer alarak kalabalık büyük devletler camiasına karşı savaşa girmiştir.

Bu akıl almaz ölçüsüzlük ve yanlışlığın bir nedeni de, savaşa ilk önce İngiltere ve Fransa yanında girmek istememize rağmen onlar tarafından refüze(!) edilmemizdir. Bu doğrudur. Balkan Savaşı’nda önemli bir varlık gösteremeyen askerlerin, komutanların politikaya karışmaları dolayısıyla umulmadık mağlubiyetlere uğrayan Türk Ordusu hakkında “modern savaşa ehli değildir” gibi bir yanlış intiba doğmuştur. Askerî çevrelerdeki subay ve erleri iyi tanıyan Almanya ve Avusturya-Macaristan, bu intibaya katılmıyordu; ama Türklerle temaslarını ve harp tecrübelerini çoktan beri kaybeden İngilizlerin 19. yüzyılda sahip oldukları müspet intiba bu dönemde silinmişti.

Kimse, yanında ayak bağı olacak bir müttefik istemez. Osmanlı genelkurmayının bu savaşa girmek istemediği açıktır. Savaşa girmek isteyen Enver Paşa ve onun Alman müşavirleridir.

Bildiğiniz komutanların hepsi, o zamanki genç askerlerin başında Mustafa Kemal ve Hikmet Bey, Şükrü Paşa veya Esat Paşa gibileri böyle bir ittifaka taraftar değildi. Kaldı ki İsmet Bey’in savaştan biraz evvel bir kurmay olarak verdiği ve yayımlanan rapor durumu açıkça göstermektedir. “Belki” diyor, “Tannenberg’de Ruslara karşı zafer kazanan Almanya’yla müttefik olmak anlaşılabilirdi; ama bu ordunun Fransa karşısında Marne Cephesi’nde duraklaması, Alman kuvvet-i askeriyesinin umduğumuz gibi mükemmelin üstünde olduğunu da göstermiyor. Şu halde, bunlarla birlikte savaşa girilemez”.

Savaş uzun cephelerde, uzun yıllar devam etti. Bu savaşta toptancı bir hüküm veremeyiz. Şu kadarını söylemek gerekir: Birinci Cihan Savaşı’ndaki savaşan Türk ordularının zabitleri içinde, komutanları içinde en ehliyetsizleri, Enver ve Cemal paşalardır. Harika savunma örnekleri, hücum örnekleri veren komutanlar vardır. Mesela Hayfa’da şehre girmek üzere olan İngiliz tümenini yüz küsur kişilik birliğiyle, topografyayı çok iyi bildiği için müthiş bir makineli savaşıyla durduran Bilal Bey, bunlardan biridir.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Osmanlı Zamanında Beyoğlu ve Fenerli Beyler

Beyoğlu, Galata… 1970’lere kadar İstanbul’un üç önemli parçasından biriydi. Yani suriçi İstanbul, onun dışında Haliç civarında Eyüp, nihayet Bizans devrinde Pera denen Beyoğlu, Galata ve Üsküdar. Sonra İstanbul o kadar büyüdü ki, bilâd-ı selâse denen bu üç eski şehrin İstanbul’da esamesi okunmaz hale geldi. Ve günümüz İstanbul ahalisinin çoğu ne İstanbul’u, ne Eyüp’ü, ne de Üsküdar’ı çok iyi bilir. Ama Beyoğlu bugün bile bilinir. Çünkü ne olursa olsun Beyoğlu İstanbullunun kendini attığı bir semttir. Fakat işin garip tarafı, son senelerde İstanbul’a gelip yerleşen insanların çoğu ne İstanbul camilerini ne de Beyoğlu’nu biliyor.

Nedir Beyoğlu? Bizans devrinde Pera denirdi, bu “karşı” demektir. Şehrin hayatıyla, devletin bünyesiyle alakası olmayan, uzaktan gelme insanların yerleşip yaşadıkları yer, Pera olarak görülürdü. Bizanslı burayı sevmezdi. Tıpkı Osmanlı devrindeki İstanbullunun şüpheyle karşıladığı gibi... Denizaşırı yerden gelen Cenevizli, Venedikli, Güney İtalyalı, hatta İspanya’nın Katalonya’sından gelenler, şehrin bu kesiminde yerleşirlerdi. Pera’nın hâkim unsuru zaman içinde değişirdi. Bir ara Venediklilerdi. 1185’teki büyük bir kavgada kentin asıl halkıyla araları açıldığından şehir, yani Pera yağmalanmıştı. 1204’te bunun intikamını çok kötü aldılar. Bundan yaklaşık 800 sene evvel, 1204’te Dördüncü Haçlı Seferi’ni Kudüs’e değil, İstanbul’a yöneltmişlerdi. Latinler tarafından alınan şehir yağmalandı ve Venedik de Pera’nın efendisi oldu.

Bu efendilik 50 yıldan fazla sürmedi. İznik’e çekilen Bizans halkı ve hükümdarları şehri tekrar geri alınca onları Pera’dan attılar. Attılar da ne oldu? Kendileri mi yerleştiler? Hayır. İmtiyaz gene bir yabancı gruba, Cenevizlilere verildi. Bu böyle gidedurdu. Nihayet 1453’ten sonra da Beyoğlu yeniden düzenlendi. Artık ne Cenevizlilerindi, ne Venediklilerindi. Ama halen Batı Avrupa’dan, denizaşırı yerlerden, İtalya’dan gelen bir halk oturuyordu. Yerli Hıristiyanlar da yerleşmeye başlamıştı. Daha da ilginci, Kırım alındıktan sonra buradaki Karay, yani Yahudi mezhebinden olan Türkler de ahitnameyle buraya celb edildiler. 1492’den sonra da İspanya’dan, İtalya’dan sürülen Yahudiler ve hatta Müslümanlar da semtin bu kesiminde oturdular. Karaköy aslında Karayköy demektir. O cemaatin yanı başına İstanbul’a yeni gelen Müslüman İspanyol Araplar, Endülüslüler, İspanya Arapları diyorum ama Endülüslüler yerleşti. Hatta bölgenin en büyük kilisesi olan Dominiken ve Fransisken biraderlere ait olan kilise de onlara verildi. Bugün Arap Camii adıyla bilinen İtalyan Rönesans tipi bu yapı, Perşembe pazarının hemen kıyısındadır. Bir müddet sonra buradaki Musevilerin Hasköy’e doğru genişlediğini, orada da bir cemaat, bir koloni teşkil ettiklerini görüyoruz. Burada ünlü aileler vardı: Doryalar, Okardziler, Bothegeler, de Orlando, Adorna gibi aileler… Bunların bir kısmı asırlar boyu bu şehirde yaşadılar. Mesela sonunda Alman sefareti dragomanı, baş tercümanı olan Baron de Testa böyle bir soydan geliyordu.

Genellikle de Türklere değil, daha çok yabancı elçiliklere dragomanlık, tercümanlık göreviyle hizmet ederlerdi. Çünkü Bâbıâli’deki tercüme işlerini daha çok karşı yakada, Fener’de oturan, Fenerli Beyler dediğimiz eski Bizans aristokratlarının kalıntıları olan Hellenler görürlerdi. Pera kısa zamanda Batılı sefaretlerle doldu. 16. yüzyıla kadar bizde yerleşik elçilik sadece İtalyanlarınkiydi. Mesela Venediklilerin sarayı önce Bahçekapı’da, Aslanlı Ev denen, bugün yok olan bir binadır, daha sonra Fener’e yerleşmişti bunlar. O da biliyorsunuz 1980’lerdeki imar hareketleri sırasında yok oldu.

8 Eylül 2017 Cuma

Osmanlı Başkentinde Bir Semt; Üsküdar

Üsküdar’a, eskiden Yunan, Hellen, Roma zamanlarında Hrisopolis (altın şehir) denirdi. Herhalde yanıbaşındaki Halkedon (Kadıköy) kadar kalabalık bir yerleşim değildi. İşin garip tarafı, İstanbul’da Türklerle meskûn ilk şehrin Üsküdar olmasıdır. Çünkü herkesin bildiği gibi daha Yıldırım Bayezid zamanında burası Osmanlı kontrolüne geçmiş bir araziydi. Fakat ilginç olan, Türkler fetihe kadar buradan hemen hiç çekilmemelerine rağmen, Bizans burada bir hükümranlık iddia ederdi. Bu garip alaşımlı, yani kimin idaresinde ve kimin hâkimiyeti altında olduğu belli olmayan şehirde, her iki unsur, yani bu taraftan gidip oraya yerleşenlerle şehrin yerlileri fevkalade iyi geçinirdi. Seyahatnameler öyle gösteriyor ki, Bertrandon de la Brocquière –ki 1430’larda geçti Osmanlı topraklarından– Üsküdar’dan İstanbul’a geçerken kayıkçılar karşıdan geliyorlar. Yani böyle gümrüksüz, tabii vizesiz bir uygulama var. En azından Bizans-Osmanlı ticareti ve alaşımı, bugünkü bizim Ortakpazar, Avrupa Birliği üyeleriyle yaşadıklarımızdan daha rahat ve daha canlı cereyan ediyor. Üsküdar, çok yanıltıcı bir isimdir. Ecnebi dillerde “Skutari” diye telaffuz edilir. Fakat aynı isim Arnavutluk’taki İşkodra için de kullanılır ve birtakım Osmanlı mühendisleri de Arnavutluk İşkodra’sından Arnavutluk Üsküdarı yahut sadece Üsküdar diye bahsederler. Binaenaleyh ikisini karıştırmayalım.

Üsküdar nedir? Bizim edebiyatımızın, İstanbul edebiyatımızın en canlı, en sevimli köşelerinden biridir. Bugün öyle eski zamanın Mihrimah Camii’nin arkasında, yeşillikler içinde ahşap konaklarla dolu, resim gibi şehri kalmamıştır elbette, ama her şeye rağmen İstanbul yarımadasının, Beyoğlu’nun, Boğaz kıyılarının hayhuyundan sonra Üsküdar çok çekici bir köşedir. İnsan başka bir ortama girdiğini görür; bu Osmanlı Türk motifidir. Mutfak ona göredir. Şu kadarını söyleyeyim: İstanbul’un gıda bakımından ve lokanta bakımından ister ayaküstü yiyin, ister oturun, ister ucuz olsun, ister pahalı bana göre en mutena semtidir. Yani Üsküdar halkı kötü yemez ve kolay beğenmez. O tecrübe etmiştir. Hakikaten İstanbul’un ara sıra gidilecek yeridir. Sahilden girdiğiniz vakit karşınıza Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan için ünlü mimarımızın, Koca Sinan’ın yaptığı cami çıkar.

Bu son derecede ilginç yapı Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyesi içinde yer alan caminin eşi değildir, daha değişik bir tarz uygulanmıştır. Fakat şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İster Avrupa tarafından gelip Edirnekapı’dan girin, isterseniz Anadolu’dan gelin, Mihrimah Sultan sizi karşılıyor. Hakikaten Üsküdar’da önünde koca bir meydan vardı, kervan yolunun başlangıcı oradaydı. Üsküdar’da kervanlar şöyle bir konaklarlar ve Mihrimah Sultan onları camiyle karşılar.

Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı Çeşmesi. Eugene Flandrin.

Şehirde iki tane olan güzel eserlerden birisi de gene bu caminin önündeki III. Ahmed çeşmesidir. Nefis hattı vardır. Topkapı Sarayı önündeki III. Ahmed çeşmesiyle Mihrimah Sultan Camii’nin önündeki III. Ahmed çeşmesinin mimari bakımdan benzerliği varsa da, tabii aynı değiller. Daha da garibi, III. Ahmed çeşmesi çok yakın asırlarda 19. asırda, hatta 20. asır başlarında bile denizden neredeyse elle uzanılacak bir yerdedir. Bugünse meydan doldurulmuştur. Dolayısıyla o güzelim meydanın en önemli özelliği ortadan kalkmıştır. Karşı taraftan baktığınız zaman, caminin önünde, Şemsi Paşa’nın kuş konmaz denen camiine doğru ve diğer yanda da bugün motor iskelesinin bulunduğu tarafa doğru uzanan bir havuz görürdünüz. Bence İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük, en cana yakın havuzlarındandı bu, düşünebiliyor musunuz? İki kıtanın birbiriyle yaklaştığı yer sanki büyük bir barok havuz güzelliğinde.

7 Eylül 2017 Perşembe

19. Yüzyıl Dünyası ve Osmanlı

19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da savaş rüzgârları esmeye başlamıştır. Büyük devletler arasında ittifak antlaşmaları, karşılıklı ziyaretler devam etmektedir. III. Alexander’in, Paris’i ziyaretinde bir köprüye adı verilir. Fransa ve Rusya’nın yakınlaşması aslında, Almanya ve Rusya arasındaki yakınlaşmanın gerçekleşmemesindendir. Sebepleri gayet açıktır. Rusya’da sanayici, modern çiftçi ve maliyeci çevreler Almanya’ya karşı bir sempati duyarlar. Bu onların eğitimdeki Alman etkisi ve Büyük Katerina’dan beri Rusya topraklarına yerleştirilen Alman çiftçilerin yarattığı yeni bir zirai modernleşme dolayısıyladır. Ünlü çiftçilerin hepsi çocuklarını Alman Gimnasium’una gönderir ve bu gibi çevrelerde Almanca konuşulan dildendir. Dolayısıyla ilk anda Alman-Rus yakınlaşması, Rusya’ya Alman teknolojisi gelecek, Osmanlı’nın birtakım hammadde zenginlikleri oraya akacak, karşılığında Rusya zenginleşecek, teknik güç elde edecek, sanayi büyüyecek, işçi sınıfı güçlenecek, köylülük gittikçe zayıflayacak gibi düşüncelere neden olmuştu.

Alman-Avusturya yakınlaşmasının başlaması, Rusya’yla Almanya’nın arasındaki gerilim Rusya’yı Fransa bloğuna itmiştir ve İngiltere de zaten Fransa’nın tabii müttefiki olarak kıtadaki büyük devletlerin karşısındadır. Böyle bir ortamda bilhassa Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra II. Abdülhamid yönetimi, Almanya’yı yanında göstermekten adeta bir hayal perdesi gibi istifade etmektedir.

Böyle bir ortamda özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Kongresi’nden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, bu harp boyunca beklediği müzahereti göremediği İngiltere ve Fransa’ya sığınamayacağı için, ayrıca liberalleri anti-Türk bir politika güttükleri için, ister istemez Almanya’ya yanaşmıştır. Şu tarihi hakikate işaret edelim: II. Abdülhamid’in Alman taraftarlığı ve dostluğu, kendisinden sonraki ittihatçılarla, Jön Türklerle mukayese edilmeyecek kadar sathidir.

19. yüzyılda imparatorluğun başkenti İstanbul.

Gerçek bir Alman hayranlığı ve dostluğu II. Meşrutiyet’ten sonrası hükümetler devrinde özellikle İttihat ve Terakki ile başlar. II. Abdülhamid Alman eğitmenlerin ve müşavirlerin orduda gerçek anlamda hakim olmalarına pek taraftar değildir. Daha ziyade Alman silahlarını almakta, bunu İngiliz, Amerikan silahlarına karşı bir rekabet unsuru olarak, bir kışkırtma unsuru olarak düşünmekte ve Almanları yanına çekmenin Batı bloğuna, Rusya’ya karşı bir gösteriş, bir hayal perdesi olduğunu düşlemektedir. Her halükarda, bir yandan da Rusya’yla Osmanlı İmparatorluğu arasında gizli bir barış söz konusudur. III. Alexander otokrat biridir ama barışın Rusya için gerekli olduğunu anlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile çatışmanın da Rusya’ya pek bir kar getirmediğini ve bu savaşın, Plevne Savaşı’nda olduğu gibi çok pahalıya mal olduğunu görmüştür. Rusya’ya sanayileşme lazımdır, münakalat [ulaştırma] lazımdır, nitekim Trans-Sibirya Demiryolu’nu o, başlatmıştır. Rusya’ya okul lazımdır. Aynı şeyler II. Abdülhamid için de doğrudur. Osmanlı İmparatorluğu’na yol lazımdır, fabrikalaştırma lazımdır, ziraatın geliştirilmesi lazımdır ve okul lazımdır. İtiraf etmek gerekir ki Osmanlı İmparatorluğu, bilhassa bu son kalemde, II. Abdülhamid’in padişahlığı boyunca önemli bir gelişme sağlamıştır.

6 Eylül 2017 Çarşamba

Düvel-i Muazzama ve Osmanlı

Genellikle bizim siyaset ve tarih edebiyatımızda bu terim çok yanlış kullanılır. “The Great Power”i, “Puissances etrangères”i veya büyük devletleri ifade eden, 19. asırda ve 20. asır başında Birinci Cihan Savaşı’na kadar kullanılan bir terimdir bu; Düvel-i Muazzama. Bu Düvel-i Muazzama öyle takdim edilir ki belirgin devletler, İngiltere, Fransa, sonra Almanya, sonra Rusya, Avusturya-Macaristan; bunlar dünya siyasetini yürütmektedirler. Osmanlı Devleti ise, geri kalmış, küçülmekte olan bir imparatorluk olarak bunların arzularına tabidir, hukukî bakımdan da bunlarla hiçbir eşitliği yoktur. Bu terimin ne derece yanlış kullanıldığını görmek için, milletler ailesini, milletler manzarasını çizmekte fayda vardır.

19. asrın sonunda bilhassa Birleşik Devletler, Amerika Birleşik Devletleri, sanayii büyüyen, tarımı ve zengin maden kaynaklarıyla zenginleşen bir kıta olduğu için statüsü değişmektedir. Çin-Japon Savaşı’ndan sonra Japonya’nın kuvvetlendiği ve özellikle de 1905 Savaşı’yla Rusya’yı, hem de donanmalarını mahvederek feci halde yendikten sonra Asya’da durumun çok değiştiği ve Japonya’nın da büyük devletler arasına girdiği açıktır.

Fransa ile Almanya arasındaki Sedan Muharebesi’nde Alman askerî kuvvetleri üstünlüklerini ispat etmiş ve 1871 Versailles Antlaşması’nda Almanya birleşip bir imparatorluk olarak ilan edilmiştir; yani zaferlerinin tasvip edildiği bu anlaşma dolayısıyla büyük Alman Reich’ı ortaya çıkmıştır ve Almanya’nın artık büyük devletlerin arasına girmesi söz konusudur. Nitekim ondan evvel bir Prusya vardı, birçok yerde Bavyera’nın elçilikleri vardı, hatta Palatina, Würtemberg Dükalığı gibi devletçikler vardı. Bunların hükmü artık bitmiştir, Almanya bir imparatorluktur.

Napoléon’un Roma-Germen İmparatorluğu’nu dağıtmasından beri Avusturya zaten bir ayrı imparatorluk olmuştur ve hatta İmparator II. Franz’ın bu yüzden Avusturya İmparatoru olarak I. Franz unvanını aldığı malumdur. 1867’de de Avusturya bünyesindeki Macaristan’la bir eşitlik antlaşması içerisinde ayrılmış; Avusturya ve Macaristan olmuştur. Avusturya İmparatorluğu ve artı olarak Macar Krallığı’na aşağıda sayacağım ayrı ülkeler bağlıdır ve yapılanmaları çok değişiktir.

Böyle bir ortam içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih boyunca ‘orta elçi’ seviyesinde temsil edildiği İspanya da aslında büyük devletlerdendir. Osmanlı, hiçbir zaman onu büyük devlet olarak tanımamıştır. Onlar da Türkiye’yi tanımamıştır. Nitekim Prusya’yla da büyükelçilik düzeyinde birbirimizi tanımamız Berlin muahedesinden sonra söz konusu olan bir olaydır.

Ondan evvelkiler, burada elçi rütbesiyle bulunurdu; mesela ünlü Rusya Büyükelçisi dediğimiz İgnatiev aslında elçi rütbeli bir görevliydi. Tabii şüphesiz ki çok etkiliydi, nitekim Versailles’dan evvelki birleşmemiş Almanya adına burada sadece Prusya elçisi vardı. Prusya Elçisi de elçi olmasına rağmen sözü geçen biriydi.

5 Eylül 2017 Salı

Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması

Gazi Osman Paşa Plevne’deki muhteşem savunmasıyla dünya askerî tarihinde yerini almıştır. Uzun yıllar seraskerlik (genelkurmay başkanlığı) ve padişah başyaverliği yaptıktan sonra asrın sonunda vefat etmiştir. Çocukları II.. Abdülhamid Han’ın çocuklarıyla evlendirilmiştir. Bu evliliklerden doğan çocuklar kısmen yurt dışında yaşamışlardır.

Benim çocukluğumda Gazi Osman Paşa’nın adını ünlü bir bulvara veya ana caddeye vermek kimsenin aklına gelmezdi. Mamafih, Rumeli Türklüğünün yaşattığı Osman Paşa türküsünü bazı okullarda öğrencilere öğretirlerdi. 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul ve Ankara’daki öğrenci kitleleri bu türkünün bestesini kullanarak meydanlarda bir şarkı söyledi: “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?”

Dolayısıyla Gazi Osman Paşa, 27 Mayıs hareketinden sonra birdenbire gündeme geldi; Ankara’da milletvekillerinin oturduğu 14 Mayıs Evleri, İstanbul’da DP’yi en çok tutan semt Taşlıtarla’nın adı Gaziosmanpaşa’ya çevrildi. Tarihin bu cilvesi ile 1877 savaşının en iyi komutanının adı yaşatıldı. Şimdi ise 1877-78 savaşını Rus ve Türk tarihçileri bir arada tartışıyor, değerlendiriyor; bu bir ilerlemedir.

Gazi Osman Paşa mareşallik (müşirlik) rütbesine çok erken yaşta vasıl olmuştur. İtalyanların müzisyeni ve mugannisi ne kadar çoksa, Fransızların ne kadar çok yazarı varsa, bizim de o kadar çok mareşalimiz vardır. Ve bu mareşaller dünya çapındadır, tarihe geçmişlerdir. İmparatorluğumuzu kuran ilk dokuz padişahın hepsi askerî literatüre geçmiş büyük mareşallerdir. Fatih 22 yaşında büyük bir kuşatma savaşını kazanan mareşal olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman Avrupa tarihinin seyrini değiştiren Mohaç Meydan Muharebesi’ni çok az zayiatla gene çok genç yaşta, henüz 31 yaşında kazanan hükümdardır. Yavuz Sultan Selim Han tahta geç çıkmıştır. Ondan evvel yerel çapta bazı zaferleri vardır, fakat 8 yıllık saltanatında çok mühim zaferler kazanmıştır. Kazandığı zaferlerden birisi Ridaniye’dir ve hepinizin bildiği gibi hiç kimseyi feda etmeden koca orduyu çölden geçirmiştir. Kendisinden tam dört asır sonra Cemal Paşa o çölde evlad-ı vatanı telef etmiştir. Askerlerin çoğu kum gözlüğü takılmadığı için kör olmuş, ordu susuzluktan kırılmıştır. İngiliz siperlerine lüzumsuz hücum emri verilmiştir. Bu, askerlik sanatıyla ilgisi çok az olan bir aceminin komutan olmasından ileri gelmiştir, yoksa Türk ordusu o vasfını kaybetmiş demek değildir. Nitekim o savaşta da çok büyük genç komutanlar çıkmıştır. Bunlardan birisi hanedan azasından Fuad Efendi’dir. Kazandığı büyük zaferden sonra Harp Mecmuası’nın kapağına şehzadenin [Fuad Efendi] resmi konmuş, ama Enver Paşa tarafından kıskançlıktan çıkarttırılmıştır. Biliyorsunuz, Çanakkale Savaşları sırasında aynı şekilde Yarbay Mustafa Kemal Bey de haksızlığa uğramıştır. Mustafa Kemal o sırada albay olmuştu ve aynı şekilde Harp Mecmuası’nın kapağından resmi çıkarttırılmıştır.

Gazi Osman Paşa’nın İstanbul’a dönüşünde tezahüratla karşılanışı.

Filistin Savunması, Medine Savunması, Kafkasya Cephesi, Galiçya Cephesi sayısız başarılar gösteren zabitlerle doludur.

Gazi Osman Paşa cihangir bir milletin komutanlarından birisidir. Plevne Savaşı’nda yenildiğimiz ve başkente kadar ricat etmek zorunda kaldığımız halde görevini en iyi şekilde yerine getirmiştir. Söylemekte yarar var, Türk orduları ricat etmeyi bilmezler, yani düzgün çekilme bizde bozgunla sonuçlanır. Bu eskiden beri âdetimizdir. Ricat etmeyi ilk defa İstiklal Savaşı’nda öğrendik. Ricat hareketi tarihte Roma ordularında çok başarıyla yerine getirilmiştir. Avrupa orduları da uzun zaman ricatı bilmezdi, ancak 18. asırdan sonra öğrenmişlerdir. Öğrenemediklerinin bir göstergesi Napoléon’un Moskova seferidir. İkinci Cihan Harbi’nde de aynı şekilde Alman orduları ricat etmeyi bilememişlerdir.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Osmanlı'da Hukuk Sistemi

Hiç şüphesiz dünya hukuk tarihinin en önemli sorunsallarından biri, Türklerin geçirdiği hukuk reformlarıdır. Hukuk reformu diyoruz, aslında yeryüzündeki her toplum hukuk sistemini ve kurallarını zamandan zamana değiştirir. Bu değişiklik kaçınılmazdır. Ama Türkler kadar hukuk sistemlerini, hukuk metinlerini, hukuk uygulamalarını bilinçli olarak değiştiren cemiyet pek azdır.

Sözünü ettiğimiz değişimin adı da maalesef yanlış konmaktadır. Genellikle İslam hukuk sistemi’nden Avrupa hukuk sistemi’ne sanki genellikle birkaç yılın içinde bütün bir hukukî uygulamayı ve mirası bir tarafa koyup ötekine geçmişiz gibi bir intibaa vardır.

Dahası bunun grotesk diyebileceğimiz tarihî betimlemeleri görülür. Yani Türk toplumu anında ve de bir gece içinde birbirine tamamen zıt iki dünyanın birinden öbürüne geçmiş gibidir. Bunların hakikatle bağdaşır yanı yoktur; çünkü Osmanlı toplumu dinamik bir toplumdur. Kendine özgü şartlar içinde yaşamaktadır. İslam dinine ve medeniyetine girdiği zaman Türk toplumunun kendine özgü davranışları, kendine özgü bir hukuk sistemi vardır.

Bab-ı Ali. Thomas Allom.

Kaldı ki İslam’ın bile Ortadoğu toplumları ile karşılaşması esnasında çok önemli yeni ictihadlar ortaya çıkmıştır ve eski imparatorluklardan en azından arazi, vergi sistemi, maliye idaresi yönünde çok önemli müesseseler ve prensipler alınmıştır. Zaten İslam hukukunun ilginçliği de bu gibi ictihadlara cevap vermesi, İslam inançlarına ters düşülmediği takdirde bu tip başarılı uygulamaları kabul etmesidir. Osmanlı toplumunun klasik devir diyebileceğimiz 19. yüzyıla kadar olan döneminde hiç şüphesiz ki aile hukuku, yani nikâh, miras taksimi, veraset ve evlilik, boşanma gibi konularda İslam hukuk prensipleri yürürlükte kalmıştır.

3 Eylül 2017 Pazar

18. Yüzyıl Avrupası'nda Değişen Devletler Dengesi

18. yüzyılın Akdeniz dünyası ve Avrupa devletler dengesi bir hayli değişmiştir. Avusturya ve Almanya İmparatorluğu dediğimiz bölge bilhassa Türklerin fetih devrimi ve 1683-1699 arasındaki gerilemesinden sonra bugünkü Macaristan’ı, Erdel’i, Slovakya’yı ve Adriyatik’e kadar olan kısmı sınırlarına katmıştır. Buralarda manüfaktürün geliştiğini görürüz. Hollanda, Almanya ve İngiltere’den gelen yatırımcılar, müteşebbisler yeni sanayi ve manüfaktür dalları kurmaktadırlar ve Avusturya Akdeniz ticaretine katılmaktadır. Dahası var, Avusturya veraset yoluyla Toscana Büyük Dükalığı’nı eline geçirmiştir.

Toscana Büyük Dükalığı demek, hepimizin bildiği bütün haşmeti, zerafeti ve inceliğiyle birlikte, Floransa’nın sanatları, dokumaları, müteşebbis sınıfı, tüccarları demektir. Bunların Avusturya tebaası olduğunu tasavvur edelim. İktisadî hayatta en büyük zenginlik nitelikli emektir ve onun daha kapsamlı, kârlı çalışanı da teşebbüs demektir.

Nitekim Avusturya 1727’de korsanlık faaliyetlerini önlemeye yönelik seyrüsefain, yani gemi ticaret ve ulaşım anlaşmalarıyla, ayrıca bir konsolosluklar ağının teşekkülüyle birlikte Garb ocakları diye bilinen Cezayir, Tunus ve bugün Libya dediğimiz Trablusgarb bölgesinde ve Doğu Akdeniz’de ticarete açılmıştır. Yoksa bu anlaşmalara gelinceye kadar, korsanlık devletlerin desteğinde gerçekleştirilen resmî bir faaliyetti. Demek ki 1727’den itibaren Avusturya Akdeniz’in bu bölgesindeki ticarete açılmıştır.

Öte taraftan bugünkü Bulgaristan ve Makedonya taraflarında, yani bütün Tuna mansabında, Eflak beyliğinde de aynı şekilde ticarî bağlarını kurmuştur. Birdenbire Bulgaristan’ın iktisadi hayatı içinde mesela abacılık ya da hammadde dokumacılığı gelişmekte, dericilik gibi dallar inkişaf etmektedir. O kadar ki Bulgar milli tarihçileri 18. yüzyılı belki biraz abartmayla da olsa ülkelerinin Rönesansı diye adlandırmaktadırlar. Hakikaten şehirlerde hayat gelişmektedir. Kırsal alanlarda çiftlikler teşekkül etmektedir. Çok ilginçtir bu çiftliklerin ve bu zenginliğin yarattığı yeni bir siyasî yapılanma ortaya çıkmaktadır.

Mesela Pazvantoğlu, Vidin’de ortaya çıkmıştır. Bu yerel beylerin çoğu eski Osmanlı asker, kapıkulu ve yöneticilerdir. Buralarda eski Türk idaresi mevcuttur. Osmanlı idaresinin sancak beyleri tarafından veya sancak beylerinin, valilerin yanındaki kul sınıfı dediğimiz levent ve yeniçerilerin içinden çıkma komutanlar tarafından örgütlenmiş kuvvetlerle bu vilayetlerin, bu livaların yönetimini mütesellim olarak ele geçirenlerin kurduğu yeni bir düzen söz konusudur. Çoğu zaman tarihimizde bunu bir başıbozukluk dönemi diye okuruz. Halbuki doğru değildir.

2 Eylül 2017 Cumartesi

18. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu

18. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu için bir muammadır diyebiliriz. Muammadır, çünkü ne halkımızın tarihi okulda öğrenen geniş kesimi ne başka branşlarda çalışan aydınlarımızın hatta ne de meslekten tarihçilerin 18. yüzyılı anladıklarını söylemek mümkündür. Bu idraksizliğe ve problem karşısında çaresizliğe hepimiz dahiliz. 18. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu tarihi değişen dünyayı anlamadan anlaşılacak gibi değildir. Zira 18. yüzyılda Fransız tarihçilerden Daniel Halevy’in tabiriyle, “tarih hızlanmıştır”. İnsanların yaklaşımındaki değişmeler, kitlelerin değişimi belki o kadar göze batmaz ama ilim akademilerinin, siyasetin, teknolojinin gelişmesi artık çok fazla dikkati çekmektedir. Hatta bu hıza baş döndürücü bile demek mümkündür.

18. yüzyıl ortalarında Paris ilimler akademisinden Emmanuel Mousnier’nin yaptığı meşhur açıklama hepimizin hafızasında olmalıdır. Mousnier, “Avrupa değişen bir dünyadır ve bu değişiklik bilgi ve bilincimizdeki ilerlemenin sonucudur, Akademi nazarında dünyanın bütün diğer bölümleri bir atalet bir hareketsizlik halindedir,” demektedir. Çok açıktır ki 18. yüzyıl Avrupası artık bir gurur, bir kendini beğenmişlik içindedir ve bu beğenmişlik ne efsaneye, ne dine, ne de bir menkıbeye dayanır. Bu kibir, sözde bile kalsa doğrudan doğruya bilimsel bir temele oturtulmaktadır.

“Avrupa’nın haricindeki yerler atıldır, o ataletin adına tembellik diyebilirsiniz. Cehalet diyebilirsiniz, hatta ahmaklık diyebilirsiniz.” Bunu yazmaktan ve düşünmekten çekinmiyorlar. Avrupa ise çalışan, zeki, harekete geçmiş, ilimleri ve sanatları en alâsıyla yapan bir kıtadır. Hatta 18. yüzyıl Avrupası’nda cemiyet düzenini, siyasi rejimi beğenmeyen, tenkit eden başta Voltaire olmak üzere aydınlanma filozofları bile kendi toplumlarını insanlığın ulaştığı en son aşama olarak görmektedirler.

Örneğin Voltaire tenkite başladığı, Fransız monarşisinin değişmesi gerektiğini söylediği, anayasal rejimini beğenmediği Fransa’yı aslında 18. yüzyılın, dahası medeniyetin ve sanatın ulaştığı en son safha olarak selamlamaktadır. XIV. Louis Asrı adlı kitabında bu çok açık bir şekilde ortaya konulmaktadır. Hatta bu eserde tarih felsefesi terimi icat edilmiş, toplumların gelişme kuralları ve eğilimleri ortaya konmuştur. Medeniyet Yunan, Roma, Rönesans safhalarından geçmiş, XIV. Louis Fransası’na ulaşmıştır. Artık bütün milletler ve dünya bundan etkilenecektir. Ne kadar Hıristiyan’ca bir görüş. Hıristiyanlık yorumunda nasıl en son din, bize gönderilen bir Mesih ve onun tebliğ ettiği son mesaj söz konusuysa, bu örnekte de laik düşünceli bir adam nezdinde laik pozitivist medeniyetin herkese örnek olacak en son safha olarak kabul edildiği görülmektedir.

Ama bir asır sonra her yönüyle gelişen Japonya, 19. yüzyılla İslâm dünyasının değişmesine kesin adını koyan Türkiye ve gene 18. yüzyılda gelişme trendlerinden pek haberdar olmadıkları Rusya’nın gelişimi, mesela Rus edebiyatının, Rus matematiğinin hatta müziğinin kesinlikle Avrupa’yı sollamaya başladığı bir dünya bu insanları şaşırtacaktır.

1 Eylül 2017 Cuma

Midhat Paşa ve Yönetimi

Hiç şüphesiz ki Osmanlı Tanzimat asrının en önemli simalarından biri Midhat Paşa’dır. Aslında Midhat Paşa’yı Tanzimat Dönemi’nin ikinci kuşağına dahil etmek gerekir. Yaşı itibariyle ve mevkii itibariyle birinci grubun önderleri, hepimizin bildiği gibi, Mustafa Reşid Paşa, Ali ve Fuad Paşa’dır. Cevdet Paşa ile Midhat Paşa daha genç kuşağı teşkil ederler.

Bizim tarihimizde Tanzimat Dönemi’nin en önemli vasfı, kendisinden evvelki ve sonraki dönemlere göre üstün tarafı, ne selefi ne halefi olan grup dediğimiz Tanzimat grubunun en büyük özelliği, fikir ayrılıklarını, tavır ayrılıklarını, sosyal köken ayrılıklarını bir kenara koyup bir arada iş çıkarabilen bir grup olmasıdır. Bunlar çok önemli devlet adamlarıdır.

Ve itiraf etmek gerekir ki bu tip seçkin, birbiriyle geçinebilen ve iş çıkarabilen kadro ondan sonra da bir daha gelmemiştir. İttihat ve Terakki’de de olmamıştır. Cumhuriyet Dönemi’nin en büyük problemlerinden biri ise, geçirdiğimiz uzun harpler dolayısıyla maalesef insan noksanlığıdır. Dâhi bir önder çoğu zaman projelerini gerçekleştirecek kadrolardan yoksun kalmıştır. Tanzimat asrının bu insanları hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılında başlayan 19. yüzyılda devam eden eğitim reformlarının geliştirdiği, ortaya koyduğu insanlardır. İçlerinde okumuş yazmış ailelerden gelenler olduğu gibi, fakir bir çarşı esnafından, kapıcıdan gelen Mehmed Emin Âli Paşa gibi büyük bir sadrazam, orta sınıf bir İstanbul ailesinden gelen Midhat Paşa ya da bugünkü Bulgaristan’ın Tuna boyunda, seçkin çiftlik sahibi bir aileden gelen Cevdet Paşa gibi isimler de vardır.

Midhat Paşa [Ahmed Şefik] 1822 yılında İstanbul’da doğdu. Tuna boyuna göç eden bir ulema ailesinden olduğu bilinmektedir. Genç yaşta kaleme intisap etti. Tanzimatçıların bir grubunun özelliği regular mektep tipli olması, mektep eğitimi görmekten çok Bâbıâli kaleminde yetişmeleridir. Kalemde çırak olduğu zaman Ahmed’i diğer Ahmedler’den ayırmak için kendisine Midhat dendi. Benzer bir şekilde, Ahmed Cevdet Paşa’ya da medreseye girdiği zaman diğer Ahmedler’den ayırmak için Cevdet adı ilave edilmişti. Genç Midhat Bâbıâli’de kendi kendisini yetiştirmiştir. Hiç şüphesiz ki Mehmed Emin Ali Paşa, Reşid Paşa gibi büyük ekolün yanında onlar daha ikinci sırada gelirler.