10 Eylül 2017 Pazar

Son Osmanlılar

28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’daki katli, bir dizi büyük hükümetin, en başta Avusturya-Macaristan, ardından Rusya ve Almanya’nın Sırbistan’a karşı veya taraftar tutumları dolayısıyla karşılıklı savaş ilanına neden oldu ve dünya, Cihan Savaşı’na girdi. Bu savaşa Türk İmparatorluğu, 29 Ekim 1914’te, Rusya’ya harp ilanıyla katılmıştır ve merkezî devletler olan Almanya, Avusturya-Macaristan ittifakında yer alarak kalabalık büyük devletler camiasına karşı savaşa girmiştir.

Bu akıl almaz ölçüsüzlük ve yanlışlığın bir nedeni de, savaşa ilk önce İngiltere ve Fransa yanında girmek istememize rağmen onlar tarafından refüze(!) edilmemizdir. Bu doğrudur. Balkan Savaşı’nda önemli bir varlık gösteremeyen askerlerin, komutanların politikaya karışmaları dolayısıyla umulmadık mağlubiyetlere uğrayan Türk Ordusu hakkında “modern savaşa ehli değildir” gibi bir yanlış intiba doğmuştur. Askerî çevrelerdeki subay ve erleri iyi tanıyan Almanya ve Avusturya-Macaristan, bu intibaya katılmıyordu; ama Türklerle temaslarını ve harp tecrübelerini çoktan beri kaybeden İngilizlerin 19. yüzyılda sahip oldukları müspet intiba bu dönemde silinmişti.

Kimse, yanında ayak bağı olacak bir müttefik istemez. Osmanlı genelkurmayının bu savaşa girmek istemediği açıktır. Savaşa girmek isteyen Enver Paşa ve onun Alman müşavirleridir.

Bildiğiniz komutanların hepsi, o zamanki genç askerlerin başında Mustafa Kemal ve Hikmet Bey, Şükrü Paşa veya Esat Paşa gibileri böyle bir ittifaka taraftar değildi. Kaldı ki İsmet Bey’in savaştan biraz evvel bir kurmay olarak verdiği ve yayımlanan rapor durumu açıkça göstermektedir. “Belki” diyor, “Tannenberg’de Ruslara karşı zafer kazanan Almanya’yla müttefik olmak anlaşılabilirdi; ama bu ordunun Fransa karşısında Marne Cephesi’nde duraklaması, Alman kuvvet-i askeriyesinin umduğumuz gibi mükemmelin üstünde olduğunu da göstermiyor. Şu halde, bunlarla birlikte savaşa girilemez”.

Savaş uzun cephelerde, uzun yıllar devam etti. Bu savaşta toptancı bir hüküm veremeyiz. Şu kadarını söylemek gerekir: Birinci Cihan Savaşı’ndaki savaşan Türk ordularının zabitleri içinde, komutanları içinde en ehliyetsizleri, Enver ve Cemal paşalardır. Harika savunma örnekleri, hücum örnekleri veren komutanlar vardır. Mesela Hayfa’da şehre girmek üzere olan İngiliz tümenini yüz küsur kişilik birliğiyle, topografyayı çok iyi bildiği için müthiş bir makineli savaşıyla durduran Bilal Bey, bunlardan biridir.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Osmanlı Zamanında Beyoğlu ve Fenerli Beyler

Beyoğlu, Galata… 1970’lere kadar İstanbul’un üç önemli parçasından biriydi. Yani suriçi İstanbul, onun dışında Haliç civarında Eyüp, nihayet Bizans devrinde Pera denen Beyoğlu, Galata ve Üsküdar. Sonra İstanbul o kadar büyüdü ki, bilâd-ı selâse denen bu üç eski şehrin İstanbul’da esamesi okunmaz hale geldi. Ve günümüz İstanbul ahalisinin çoğu ne İstanbul’u, ne Eyüp’ü, ne de Üsküdar’ı çok iyi bilir. Ama Beyoğlu bugün bile bilinir. Çünkü ne olursa olsun Beyoğlu İstanbullunun kendini attığı bir semttir. Fakat işin garip tarafı, son senelerde İstanbul’a gelip yerleşen insanların çoğu ne İstanbul camilerini ne de Beyoğlu’nu biliyor.

Nedir Beyoğlu? Bizans devrinde Pera denirdi, bu “karşı” demektir. Şehrin hayatıyla, devletin bünyesiyle alakası olmayan, uzaktan gelme insanların yerleşip yaşadıkları yer, Pera olarak görülürdü. Bizanslı burayı sevmezdi. Tıpkı Osmanlı devrindeki İstanbullunun şüpheyle karşıladığı gibi... Denizaşırı yerden gelen Cenevizli, Venedikli, Güney İtalyalı, hatta İspanya’nın Katalonya’sından gelenler, şehrin bu kesiminde yerleşirlerdi. Pera’nın hâkim unsuru zaman içinde değişirdi. Bir ara Venediklilerdi. 1185’teki büyük bir kavgada kentin asıl halkıyla araları açıldığından şehir, yani Pera yağmalanmıştı. 1204’te bunun intikamını çok kötü aldılar. Bundan yaklaşık 800 sene evvel, 1204’te Dördüncü Haçlı Seferi’ni Kudüs’e değil, İstanbul’a yöneltmişlerdi. Latinler tarafından alınan şehir yağmalandı ve Venedik de Pera’nın efendisi oldu.

Bu efendilik 50 yıldan fazla sürmedi. İznik’e çekilen Bizans halkı ve hükümdarları şehri tekrar geri alınca onları Pera’dan attılar. Attılar da ne oldu? Kendileri mi yerleştiler? Hayır. İmtiyaz gene bir yabancı gruba, Cenevizlilere verildi. Bu böyle gidedurdu. Nihayet 1453’ten sonra da Beyoğlu yeniden düzenlendi. Artık ne Cenevizlilerindi, ne Venediklilerindi. Ama halen Batı Avrupa’dan, denizaşırı yerlerden, İtalya’dan gelen bir halk oturuyordu. Yerli Hıristiyanlar da yerleşmeye başlamıştı. Daha da ilginci, Kırım alındıktan sonra buradaki Karay, yani Yahudi mezhebinden olan Türkler de ahitnameyle buraya celb edildiler. 1492’den sonra da İspanya’dan, İtalya’dan sürülen Yahudiler ve hatta Müslümanlar da semtin bu kesiminde oturdular. Karaköy aslında Karayköy demektir. O cemaatin yanı başına İstanbul’a yeni gelen Müslüman İspanyol Araplar, Endülüslüler, İspanya Arapları diyorum ama Endülüslüler yerleşti. Hatta bölgenin en büyük kilisesi olan Dominiken ve Fransisken biraderlere ait olan kilise de onlara verildi. Bugün Arap Camii adıyla bilinen İtalyan Rönesans tipi bu yapı, Perşembe pazarının hemen kıyısındadır. Bir müddet sonra buradaki Musevilerin Hasköy’e doğru genişlediğini, orada da bir cemaat, bir koloni teşkil ettiklerini görüyoruz. Burada ünlü aileler vardı: Doryalar, Okardziler, Bothegeler, de Orlando, Adorna gibi aileler… Bunların bir kısmı asırlar boyu bu şehirde yaşadılar. Mesela sonunda Alman sefareti dragomanı, baş tercümanı olan Baron de Testa böyle bir soydan geliyordu.

Genellikle de Türklere değil, daha çok yabancı elçiliklere dragomanlık, tercümanlık göreviyle hizmet ederlerdi. Çünkü Bâbıâli’deki tercüme işlerini daha çok karşı yakada, Fener’de oturan, Fenerli Beyler dediğimiz eski Bizans aristokratlarının kalıntıları olan Hellenler görürlerdi. Pera kısa zamanda Batılı sefaretlerle doldu. 16. yüzyıla kadar bizde yerleşik elçilik sadece İtalyanlarınkiydi. Mesela Venediklilerin sarayı önce Bahçekapı’da, Aslanlı Ev denen, bugün yok olan bir binadır, daha sonra Fener’e yerleşmişti bunlar. O da biliyorsunuz 1980’lerdeki imar hareketleri sırasında yok oldu.

8 Eylül 2017 Cuma

Osmanlı Başkentinde Bir Semt; Üsküdar

Üsküdar’a, eskiden Yunan, Hellen, Roma zamanlarında Hrisopolis (altın şehir) denirdi. Herhalde yanıbaşındaki Halkedon (Kadıköy) kadar kalabalık bir yerleşim değildi. İşin garip tarafı, İstanbul’da Türklerle meskûn ilk şehrin Üsküdar olmasıdır. Çünkü herkesin bildiği gibi daha Yıldırım Bayezid zamanında burası Osmanlı kontrolüne geçmiş bir araziydi. Fakat ilginç olan, Türkler fetihe kadar buradan hemen hiç çekilmemelerine rağmen, Bizans burada bir hükümranlık iddia ederdi. Bu garip alaşımlı, yani kimin idaresinde ve kimin hâkimiyeti altında olduğu belli olmayan şehirde, her iki unsur, yani bu taraftan gidip oraya yerleşenlerle şehrin yerlileri fevkalade iyi geçinirdi. Seyahatnameler öyle gösteriyor ki, Bertrandon de la Brocquière –ki 1430’larda geçti Osmanlı topraklarından– Üsküdar’dan İstanbul’a geçerken kayıkçılar karşıdan geliyorlar. Yani böyle gümrüksüz, tabii vizesiz bir uygulama var. En azından Bizans-Osmanlı ticareti ve alaşımı, bugünkü bizim Ortakpazar, Avrupa Birliği üyeleriyle yaşadıklarımızdan daha rahat ve daha canlı cereyan ediyor. Üsküdar, çok yanıltıcı bir isimdir. Ecnebi dillerde “Skutari” diye telaffuz edilir. Fakat aynı isim Arnavutluk’taki İşkodra için de kullanılır ve birtakım Osmanlı mühendisleri de Arnavutluk İşkodra’sından Arnavutluk Üsküdarı yahut sadece Üsküdar diye bahsederler. Binaenaleyh ikisini karıştırmayalım.

Üsküdar nedir? Bizim edebiyatımızın, İstanbul edebiyatımızın en canlı, en sevimli köşelerinden biridir. Bugün öyle eski zamanın Mihrimah Camii’nin arkasında, yeşillikler içinde ahşap konaklarla dolu, resim gibi şehri kalmamıştır elbette, ama her şeye rağmen İstanbul yarımadasının, Beyoğlu’nun, Boğaz kıyılarının hayhuyundan sonra Üsküdar çok çekici bir köşedir. İnsan başka bir ortama girdiğini görür; bu Osmanlı Türk motifidir. Mutfak ona göredir. Şu kadarını söyleyeyim: İstanbul’un gıda bakımından ve lokanta bakımından ister ayaküstü yiyin, ister oturun, ister ucuz olsun, ister pahalı bana göre en mutena semtidir. Yani Üsküdar halkı kötü yemez ve kolay beğenmez. O tecrübe etmiştir. Hakikaten İstanbul’un ara sıra gidilecek yeridir. Sahilden girdiğiniz vakit karşınıza Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan için ünlü mimarımızın, Koca Sinan’ın yaptığı cami çıkar.

Bu son derecede ilginç yapı Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyesi içinde yer alan caminin eşi değildir, daha değişik bir tarz uygulanmıştır. Fakat şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İster Avrupa tarafından gelip Edirnekapı’dan girin, isterseniz Anadolu’dan gelin, Mihrimah Sultan sizi karşılıyor. Hakikaten Üsküdar’da önünde koca bir meydan vardı, kervan yolunun başlangıcı oradaydı. Üsküdar’da kervanlar şöyle bir konaklarlar ve Mihrimah Sultan onları camiyle karşılar.

Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı Çeşmesi. Eugene Flandrin.

Şehirde iki tane olan güzel eserlerden birisi de gene bu caminin önündeki III. Ahmed çeşmesidir. Nefis hattı vardır. Topkapı Sarayı önündeki III. Ahmed çeşmesiyle Mihrimah Sultan Camii’nin önündeki III. Ahmed çeşmesinin mimari bakımdan benzerliği varsa da, tabii aynı değiller. Daha da garibi, III. Ahmed çeşmesi çok yakın asırlarda 19. asırda, hatta 20. asır başlarında bile denizden neredeyse elle uzanılacak bir yerdedir. Bugünse meydan doldurulmuştur. Dolayısıyla o güzelim meydanın en önemli özelliği ortadan kalkmıştır. Karşı taraftan baktığınız zaman, caminin önünde, Şemsi Paşa’nın kuş konmaz denen camiine doğru ve diğer yanda da bugün motor iskelesinin bulunduğu tarafa doğru uzanan bir havuz görürdünüz. Bence İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük, en cana yakın havuzlarındandı bu, düşünebiliyor musunuz? İki kıtanın birbiriyle yaklaştığı yer sanki büyük bir barok havuz güzelliğinde.